12 Eylül 2012 Çarşamba

O



"Koş oğlum, peşinden git.."

Daha küçücük bir çocukken ben ayşeyi ağlattım diye annemin söylediği sözler şimdi yine kulağımda. Onca zamandan sonra hala ayşeyi ağlatabiliyorum anne. Ama artık sen bana akıl verip, hadi git peşinden demiyorsun. Sanırım kimse demiyor. Artık herkes bizim bu halimize alışkın. Ben yine oturduğum sandalyede, ayşe yine biraz önce çarparak kapattığı kapının arkasında. Her seferinde gözü dönmüş bir şekilde hırçınca kapadığı o kapının arkasından koşarak inerken bu sefer ayakkabısının sesini duyuyorum, elinden düşürüyor birini, daha giyememiş bile belli..

Sandalyemden kalkacak gibi oluyorum. “Gidip camdan bakmalıyım.” Hırsla sokağa çıkıp kendine zarar vermesinden, hiç olmadı takılıp düşmesinden korkuyorum. Durdurmak için kalkamazken, başına bir şey gelirse diye sandalyemden hızlıca kalkıp pencereye doğru gidiyorum. Perdenin arkasından izliyorum onu. Aynı hırsla sonunda giyebildiği ayakkabısının bağcıklarını bağlıyor. Ceketi hala elinde. Eh be ayşe diyorum. Zaten burada bana dert anlatmaya çalırken ter döktün bir de ceket elinde duruyorsun. Giy şu ceketi diyorum içimden, üşüteceksin. Beni duyuyor. Garip. Ben konuşurken duymayan kadın, beni şimdi duyuyor. Acaba bu kadın sadece kalbimi mi dinliyor diyorum kendime. Giyiyor ceketini Ayşe. Koşa koşa uzaklaşırken bir an duruyor. Hemen uzaklaşıyorum pencereden, arkasını dönüp cama bakacak, onu merak ettiğimi anlayacak diye.. Bi süre camdan uzak perdenin arkasında kaldıktan sonra tekrar usulca yanaşıyorum pencereye. Yok. Uzaklaşmış. Artık sadece ceketiyle bir olmuş, içini sırtındaki ceketle ısıtmaya çalışan bir kadının saçlarını görüyorum. Çekilmiyorum pencereden. Ta ki o kadın nokta olana kadar.

İçim boşalmış. Hislerim dağılmış. Bir suçlu ararcasına etrafa bakınıyorum. Kahvaltı masası hazır oysa. İki çay bardağında çay, biri yarılanmış, biriyse hiç dokunulmamış gibi dopdolu. Onun bardaktaki dudak izine bakıyorum. İçindeki çayı döküp, bardağı televizyonun üstüne koyuyorum. Bir anıt gibi. Bir kanıt belki.. Masaya bakıp, yok yenmeyecek diyorum bunlar. Kaldıralım madem. Yavaş yavaş kaldırıyorum masadakileri. Tabaklara alınmış ama dokunulmamış zeytinleri yerlerine tekrar koyuyorum. Bulaşık makinesi lazım diyen Ayşe geliyor yine aklıma. Aynı soruya belki de milyon kez verdiğim cevap da aklımda.. İki kişiyiz ne gerek var. Mutfak lavabosuna koyduğum tabaklardan sonra, artık bir bulaşık makinesine ihtiyacım var diyorum gerçekten. Çayın altını kapatıp, kahvaltı yapamadığımız salonumuza, salonuma geçiyorum.

“Bugün istanbul’da sağanak yağmur… Galatasaray’ın liderliğini koruduğu ligde… Evet anneler oğullarına ağladı, 25 şehit..” kanalları gezerken duyduğum cümleler televizyonu hızlıca kapatmama yetiyor. Oturduğum kanepe bir an rahatsızlaşıyor. Ayakta durmalıyım, dimdik olmalıyım diyorum. Sırtımda bir sızı var sanki.. Yine kendimi pencerede, bu sefer korkarak değil, dimdik bir şekilde, yavaş yavaş yağan yağmura bakarken buluyorum. Kollarım bile ben fark etmeden bağlanmışlar. Banane diyen bir çocuktan çok, eserinin önünde gururla duran bir sanatçı gibiyim. Bu benim eserim, hadi kutlayın beni diyorum. Yağmurda düşen kız çocuğunun sesi uyandırıyor beni daldığım rüyamdan. "Ayyy" diye bir ses duyuyorum. Yağmurdan ıslanmamak için koşarken, bir anda kaldırımın yanında biriken suyun içinde sendeleyip düşen kız çocuğuna hayran hayran bakıyorum. Elinde seçemediğim bir şey var. Çok büyük değil. Avcu kadar. Sıkı sıkı tutmuş. Onun yanına herhalde abisidir dediğim bir çocuk geliyor koşarak. Kaldırmaya çalışıyor. İyi misin diyor. Kızın açık mavi pantolonu, pembesi kapşonlu sweat shirtü kahverengi olmuş. Düşerken yüzüne de su gelmiş yavrucağın. Yüzünü silmeye çalışıyor. O an fark ediyorum ne kadar da sessiz olduğunu. "Ayy"dan sonra kızcağızın hiç sesi çıkmadı. O düşüş illaki canını yakmıştır. Yanındaki çocuk yüzünü temizliyor ufaklığın. Bir şeyin yok dimi, eminsin der gibi kafasını uzatıyor kıza doğru. Bizim kız da yok der gibi mahcup mahcup kafasını bir aşağı bir yukarı sallıyor. Kafası aşağıda korka korka karşısında gözlerinin içine bakan çocuğa bakıyor. Kızın ıslandığını gören çocuk elindeki şemsiyesini bana doğru kaldırıp, bu kadar izlediğin yeter der gibi bir çırpıda açıyor. Belki kıza sarılıp gidiyor.. Belki de kıza yakın ama korkarak yanından yürüyor. Göremiyorum. Onlar da kısacık hikayeleriyle uzaklaşıp, sadece bir nokta oluyorlar…
Onların bir olup gitmesi salondaki oksijeni bir anda emiyor sanki. Cüzdanımı bulmaya çalışıyorum. Dün hangi pantalonumu giymiştim diyorum sesli. Cevap gelmiyor. Sanırım bir de kapı girişine askı lazım diyorum. Malum artık eve girince, girişte pantalonumu çıkarıp asmalıyım, ya da asabilirim. Hem böylece cüzdanımı da kaybetmem. Telefonum diyorum bir an.. Ayşe acaba ne tarafa fırlatmıştı. Aman olsun kalsın. Ne geldiyse ondan geldi diyorum. Suçlu bulmanın huzuru ile anahtarımı kapının anahtar deliğinden çıkarıp cebime atıyorum. Artık kapıyı kitlemesem de olur.. Tam kapıyı kapatırken yağmur yağıyor, şemsiyem diyecek oluyorum. Sonra ıslanmayı seviyorsun, neden elinde yük olsun diyorum ve çıkıyorum.




Apartmandan dışarı çıkar çıkmaz herkesin merhaba der gibi baktığı yüzümdeki huzuru hissediyorum. Gülümsüyor muyum? Oysa içim biraz boş gibi. Apartmandan uzaklaşırken bir dükkanın camında göz göze geliyorum kendimle. Evet gülümsüyorum. Dişlerimi göstermeden, sadece muzurca tebessüm ediyorum. Saniyelik kendimle göz göze gelişimden sonra diğer dükkanların camlarına bile bakmıyorum. Öylesine evimizden, evimden uzaklaşırken, her zaman gittiğimiz yerde gazete okumak iyi gelir diyorum. Gidiyorum. Ellerim deri ceketimin cebinde. Ayşenin sesi geliyor yine kulağıma. "Bu ceketin cebi ne kadar büyük, bence benim de ellerimi ısıtıcak kadar yer vardır" diyip elimi ilk kez tuttuğu o an.. Kocaman değil ki cebim diyorum. Bir ellik işte.

Garson "ooo kimler gelmiş" bakışını atıp "hemen geliyorum" haraketini de yaptıktan sonra hesabı ödemeye çalışan kıza bir de telefonunuzu alsam diyecek gibi oluyor. Gülümsüyorum. Oysa kızlar telefon verirler oğlum diyorum, ya da ister… Kafenin girişindeki gazetelerden birini kapıyorum, bahçesine çıkıyorum. Üstü kapalı ama en kenardaki, bahçenin en açık yerindeki masaya oturuyorum. Masamdaki diğer sandalyelerin ıslak olması acı acı gülümsetiyor beni. Yüzümün yarısı kafenin içine, yarısı karşımda ıslanan çimlere bakarken ben gazetenin ilk sayfasındaki haberlere göz gezdirmeye başlıyorum bile. Her haberden sonra sıktığım dişlerim acıtıyor, nefesim daralıyor ve sonunda ilk sayfadan ikinci sayfaya geçebilmeyi başarıyorum. Kocaman açılmış kollarım, ilgiyle gazetemi okuyorum. İtiraf etmem gerekirse her haberin başlığını okuyup, üstündeki resme dikkatle bakıyorum. Bir sonraki sayfaya geçerken hemen karşı masada aynı şeyi yapan kadını görüyorum. O da beni görüyor. Önce gazetesinin daha ilginç olduğunu idda eder gibi gözlerini kaçırıyor. Sonra gözlerimin içine tüm güveniyle bakıyor. Tam da o sırada "abi ne getiriyim sana" diyen garson bölüyor, kafamı kaldırıyor, düşünmemi sağlıyor. 

Nescafe diyorum. Sütlü nescafe. 

Abi süt yok çay getirsem diyor. 

Hayır diyorum, ben çay sevmem..

3 yorum:

  1. ben bunu okumamıştım, birde bu adsız sana ben ol demiş hahahahah ya da Yalının şarkısını hediye etmiş,

    Kız ne kadar atikmiş, ben olsam kasılıp kalırdım =) ama yinede ellerin üşümüş deyip ben atılırdım ellerine.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sen olsan daha farklı olurdu zaten hikaye ;)

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...