25 Kasım 2012 Pazar

Bişi sorucam..

Hep derler ya..

Saat ve dakika aynıysa "o" seni düşünüyordur diye..

Sağ elin kaşındığında para gelir, sağ ayağın kaşındığında sevdiğin bir yere gidersin,

Kulaklar çınladığında biri adını anıyordur,

Sol kulaksa kötü, sağsa övgüdür,

Birbirlerini aynı anda düşünenlerin kalpleri birdir diye derler ya..

Nedir bunlar?

Doğru mu?

Neden olmasın?

Belki de herkesin övgüyle bahsettiği, sevdikleriyle kalbi hep bir olan biriyimdir.

Saat ve Dakika aynıysa belki o da benimle aynıdır..

Evet evet, bunların hepsi birer umut değil de belki hepsi de birer gerçektir..

Hem kim bilir sağ ayağım bu kadar kaşındığına göre belki yakında dünyayı bile gezerim...

11 Kasım 2012 Pazar

Margarinsiz Kurabiye Tarifi, Hem de Bir Sürü Çeşidiyle

Bir cumartesi şu mutfağa girip dağıtmayalım etrafı ;)

Bugünkü tarifimiz margarinsiz, pek hafif, pek lezzetli kurabiyemiz!
Kurabiye tarifi diye internete yazarsanız genelinin tereyağı ve margarinle yapıldığını görürsünüz. Oysa kurabiye  dediğiniz margarinsiz de yapılabilir, hatta tadı ve lezzetinden de fedakarlık etmeden!.

Malzemelerimiz;

- 1 su bardağı şeker (biraz pudra şekeri de ekleyebilirsiniz),
- 1 yumurta
- yarım su bardağı yoğurt,
- 1 su bardağından az sıvı yağ,
- kabartma tozu, vanilin,
- Kakao (Nesquick de ekleyin hem tadı hem de kokusu için)
- Alabildiğince un (Bu tarifte 3 kepçe fln oldu. Daha fazla koyarsanız yemek için değil cinayet silahi olması için çantada taşırsınız. Aman dikkat;))


Yağı, yumurtayı, yoğurdu, şekeri ve bir kepçe unu kabımıza koyuyoruz. Şeker ve yumurta diğer malzemelerle bir olsun diye önce bir kepçe un koyuyoruz..


Karışımımız puding kıvamında olduktan sonra 3 kepçe kadar (biraz daha fazla olabilir) unu katıp, karıştırmadan vanilin ve kabartma tozunu da una ekliyoruz.


Hazırlanan hamurumuzu buzdolabında bir 20dk bekletiyoruz. Hamurumuz halinden memnun ;)


Şimdi amacımız bu hamurla bir adet değil, bir çok farklı kurabiye yapmak. Hayal gücünüzü kullanın.. Bu hamur tam da bunun için ;) Ben kafama göre ayırdığım hamurlarla, birazcık renk katarak devam ediyorum.



Önce iki renkli kurabiye yapalım. Hangi renk dışarıda olsun isterseniz onu merdanenizle açıyorsunuz. İçine de rulo halinde diğer renk hamurunuzu koyuyorsunuz, ve dış hamuru içteki hamura sarıyorsunuz. Hamurların yapışması için elinizle hamuru mıncıklamalısınız. En son olarak bıçak yerine ip kullanarak hamuru kesiyoruz. İp sayesinde kesilirken şekil değiştirmiyor hamur. Eğer bıçak kullanırsanız ovalleşebilir..
İpi hamurun altından geçirin, iki ucunu ters tarafa doğru çekin ve kesin hamurunuzu. Kolay kolay.. ;)


Ayırdığımız hamurdan tek renk olanla devam edebiliriz. Varsa evde kurabiye kalıplarınız bunlarla şekil verebilirsiniz. Eğer yoksa alın bıçağınızı, soda kapağınızı, ya da çay bardağınızı.. Hayal gücünü kullanmaya devam;)


Bazılarını yuvarlak yapıp hindistan cevizine batırdım. Hindistan cevizi yerine ceviz, fındık, antep fıstığı hatta şekere bile batırabilirsiniz. Şekere batırdığınızda kurabiyeniz çıtır çıtır ve parıl parıl oluyor, tavsiye ederim.


Kurabiyeleri pişirirken dikkat etmeniz gerekiyor. Hemen kuruyabilirler, ya da yanabilirler. Hala yumuşakken fırını kapatıp içinde bekletmenizde yarar var. Bir de fırından çıkarıp yiyeceğiniz kadarını alıp (aşağıdaki kadarını yemedim tabii canım;)) diğerini üstüne peçete koyup kapalı bir kapta tutmanız da kurumaması ve sertleşmemesi için önemli.


Yorulduk mu ne? ;)) Birazcık keyif yapmak için bu kurabiyeler bire bir. Yanınıza alın favori kupanızda bir çay (İncim ;)), en sevdiğiniz kitaplardan birini ve kurabiyelerinizi, biraz dinlenin..


Aaa unutmadan.. Paylaşmak güzeldir. Hele ki ellerinizle, keyifli keyifli yaptığınız şeyleri paylaşmak bence çok özel.. Paketimiz el emeği, kurabiyelerimiz el emeği.. En eski dostlar için bire bir ;))




8 Kasım 2012 Perşembe

O, Ayşe

"Yeter Ahmet!”

Resmen dışarıdan izliyordum kendimi. Yine sesimi yükseltiyorum, yine çırpınıyorum, son gücümle gözlerimin dolmasını engelliyorum. Sonuç. Yine karşımda. Duymuyor. Yok yok duyuyor da anlamıyor diyordum. Yine onu korurcasına anlayamaz ki elinde değil diyorum.

"… ne demek bu Ahmet! Nerdesin sen şimdi bu hikâyede? Benim için neyi yaptın? Hiç.. Değil mi? İşte senin de itiraf edemediğin şey bu. İçindeki "hiç".. O yüzden bu kadar rahatsın. O yüzden bu kadar umursamazsın. Senden tek istediğim huzur vermendi! Hem o söz verdiğin dost, hem de sarılmak istediğim sevgili olmandı! Anlamıyorsun değil mi? Çok zor bu senin için.. Gitmiyorsun ya, bari beni bırak!" Sanki ben konuşmuyordum ama konuşmaya çalışırken titreyen sesin ben olduğuna da emindim. Çırpınırken izlediğim de bendim. Dışarıdan kendimi izlerken, sanki o da benim gibi kendinde değildi. Dışarıdaydı. Olmak istediği yerde.. Yanımda değildi.

Nasıl yaptığımı bile hatırlamıyorum, elime montumu, ayakkabılarımı alıp, kapıyı çarptım. Hızla kapanan kapı bir an beni sıçratınca elimden ayakkabımın biri fırlayıvermişti. "Hay ben.. Umurumda değil, yalın ayak bu semti başından sonuna kadar koşarım yeter ki uzaklaşıyım bu evden" diye düşündüm. Sonunda yalpalayarak da olsa ayakkabılarım ayağımda apartman kapısındaydım. Apartmandan çıktığımda bu sefer de bağcıklarımın birine basıp sendeledim. Eğildim. Bir yandan ceketimi fırlatırcasına kucağıma aldım, başladım bağcıklarımı bağlamaya.. Ellerim öyle titriyorlardı ki. Bir iki düğüm atma denemesinden sonra içine soktum bağcıklarımı ayakkabılarımın. Soğumuştu hava. Yazın o kadar soğumasını istediğim hava soğumuştu. Kolumu hemen soktum montuma. Hızlı hızlı uzaklaşmaya başlıyorum sokaktan, o apartmandan, o evden, camdan ve en önemlisi ondan.. Sonra.. Bakışlarını tam üstümde hissediyorum. Yürüyemiyorum. Camı açıp dur dese diyorum.. Düşünmeden cama bakıyorum.. Dalgalanan perdeyi görüyorum. Aniden arkasına çekilen gölge hala orda.. Git diyor bana. "Git, sakın durma.."

Sen demesen de giderdim ki ben der gibi, çocuk gibi uzaklaşıyorum apartmandan. Sonra kendi kendime başlıyorum dertleşmeye.. O demese de gitmeyecek miydim? Bir gün sabah kalktığımda yanında uyandığımda aslında olmak istediğim yerde değilim demeyecek miydim? Onun her hareketinde kusur bulmayacak mıydım? Hem o benim gibi de değildi ki. Hayatı öylesine akıp gidiyordu. Amaçları, hırsları var mıydı? O bunu seçmişti. Hayatın geçmesini. Ben yaşamayı tercih etmiştim. Onu değil, hayatımı! Sahi ne zaman bırakmıştım hayatımı yaşamayı?

Uzun uzun attığım adımlardan sonra sokağı döndüğümde bir an adımlarımın kısaldığını, içimin acıdığını fark ettim. Bir anda dünyadan tüm oksijeni çekmişlerdi. Nefes alamıyordum. “Yanlış yaptım! Çok üstüne gittim! Kendi hayallerim yüzünden bu duruma geldi her şey!” Nefes almaya çalışırken hızlı hızlı yürüdüğüm yola dönmüştüm..

O anları bilir misiniz? Dünyanın sustuğu, sadece nefesinizin sesini duyduğunuz o anları.. Zamanın olmadığı. Sizi silkelemeden belki de ömür boyu öylece kalabileceğiniz o anı bilir misiniz? Ordaydım işte. Taa ki o korna çalınıp, “abla bi çekil yolun ortasından” diyen adamın sesi beni uyandırana kadar. Bir an duyduğum o sesten irkilip kenara çekildim. Ya o adam “çekilsene yolumdan” demeseydi? Belki de hızla yürüdüğüm o yolu koşarak geçer kapısını yumruklar, kal bile demediği o evde ona sarılmak için elimden geleni yapardım..  Şimdi düşünüyorum da gerçekten yapardım…

Ellerim ceplerimde hafif hafif yağan yağmurda insanlardan kaçarcasına yürümeme rağmen kollarım yine onlara çarpıyor, yine şemsiyeler saçlarımı sıyırıyordu. Yağmur içimdeki ateşi almaya çalışır gibi yavaş yavaş ıslatıyordu beni… Yetmeyeceğini anlayınca daha da hızlandı, uzun zaman sonra ilk kez yanıyordu içim bu kadar. Sırılsıklam olmuştum. Yağmurdan nereye gittiğimi görememeye başladığımda sığınmak için bir kafenin kapısına ilerledim. Kapının camında kendimi gördüğümü hatırlıyorum. Kafasını saklarcasına gömmüş, saçları dağınık, ayakkabısının dili dışarıda bağcıları çıkmak üzere.. Ben kendimi güçlü hissetmeye o kadar alışmışken gördüğüm görüntü ve halime bak der gibi ellerimin açılması.. Neden ya da nasıl hatırlamıyorum ama gülümsemiştim halime. Al sana atıp tuttuğun güçlü kadın diyip görüntüme doğru ilerleyip elini tutmuştum o halimin.

Kapıyı açıp girdiğimde içerde çok müşteri yoktu. Benim gibi sırılsıklam insanları izlemek için birebirdi cam kenarı boştu. Hemen üstümdekileri çıkarıp, sırtımı kafeye dönüp, yerimi almıştım. Zaten bakışları üstümde olan garsona Çay demiştim sessizce, sonra "hayır çay değil, sütlü nescafe lütfen" demiştim birazcık fazla çıkan sesimle.

Şimdi aynı yerde.. Aynı sandalyede.

Bana burayı tarif ettiğinde adına hiç bakmadan o yağmurlu günde girdiğim kafe olduğunu fark etmemiştim. Kapının önünde dururken aynı yerde olduğuma inanamadım. Hele ki o gün oturduğum masanın beni bekler gibi boş olması..

Üç aydan fazla geçmişti o evden çıkalı… Üç aydan fazla olmuştu Ahmet’i görmeyeli. Arada sırada aklıma geldikçe msj atıp içimden gelenleri rahatlamak için bir bir sıralıyordum. Cevap gelmiyordu tabii ki. Gelmeyince bir sitem daha… “Sonra seni kırmak istemiyorum..” diye  başlayan bir mesaj.. Zaten yeterince kırılmamış mıydık? O günlerde herkesin yapma etme dediği şeyleri yapmaktan hiç pişman olmadım. Onun geri gelmeyeceğine, aslında “o”nun benim zannettiğim insan olmadığını bilmeme rağmen nedense ne zaman aklıma gelse, başkalarına göre kendini küçük düşürme olsa da hiç çekinmeden aldım elime telefonumu, korkmadan bastım tuşlara. Ne bekliyorsun diyen de oluyordu? Ne bekleyecektim ki? Benim bu halimin onu her gün benden daha da uzaklaştırdığının da farkındaydım. Profesyonel ilişki uzmanları tarafından yüzyıllardır uygulanan stratejilere göre ölsen bitsen de özleminden, belli etmemek gerekirmiş. Soranlara “Ahmet mi? Hı? Kim?” diyip, her gece onun resimleriyle uyuyabilirmişsin.

Ben yapamadım. Dayanamadım. Kızgındım sanırım. Gitmeme izin verdiği için. Beni sevmediği için.. Çıkan onca kavgadan sonra sessiz sessiz çığlık atarcasına fısıldamama göz yumduğu için. Ama en önemlisi “O” olmadığı için onu affedemiyordum. Artık öyle bir yerdeydim ki uzaklaşmasından korkum da kalmamıştı. Zaten bana sarıldığı o ilk günlerde bile uzaktı. Sadece birini istemişti yanında. İlk kez elimi tuttuğu gece yüzümü ellerinin arasına alıp, "sen farkında değilsin ama ben seni o kadar çok özlemişim ki" demişti.. Beni özlemişti. Beni? Tabi ki beni özlememişti ve ben o andan sonraki her cümlesinde aslında özlediğinin birini sevmek olduğunun bilincindeydim. Benim de özlediğim oydu belki. Onda bulabileceğime inandığım oydu belki. Ben onu istediğimi söylediğim her an belki de onun siluetini kullanarak kafamda kurduğum adamı istemiş olabilirdim. O beni özlememiş, ben ona msj atmamış olabilirdim.. İkimizin de hıncı aradığımız sevgiyi bulamamaktan çıkmış olabilirdi…

Aylar sonra, son gücümle kendimi attığım kafenin camından dışarı bakarken bunları bu kadar net görebildiğime inanamıyorum. Peki ya aynı camda gördüğüm görüntüme ne demeli.. O perişan darmadağın kızdan eser yok. Saçlarımı kenara atmışım bunları düşünürken. Yine yüzüm tek avucumda. Hatırladığım onca şey biraz hüzünlendirmiş sanki gözlerimi ama yine de o muzur bakışla parlıyorlar. Dudaklarımda yarım bir gülümseme, hem de vişne renginde... Kendi görüntüme gülümserken, onun bana baktığını fark ettim. Birden camdaki görüntüm ayaklandı, kapıdan hızlı hızlı giren adama sarıldı. Elindeki papatyaların bazıları ben sarılınca saçlarıma takıldı. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, saçımı temizlemeye çalışırken onu izlemek… “Jest olsun diye çiçekleri baştan aşağı dökenleri duymuştum ama saçın içine içine sokmak... Çok romantik..” diyip dil çıkardım. Önce gözlerini kısıp kötü kötü bakıp, sonra muzur muzur gülümseyip, “aslında saksı çiçeği almayı düşünmüştüm” demişti yüzümün hemen yanında gülümseyen adam…

Bu sefer farklı olabilirdi.

Ya da onu öldürebilirdim.

;)




3 Kasım 2012 Cumartesi

İstanbul, sen ne güzel şehirsin..

Birazcık eski yazıları okuduysanız şu son zamanlarda dikiş ipliğiyle adam boğucak psikolojiye geldiğimi, daha doğrusu bir kaç olayın itinayla getirttiğini biliyorsunuzdur. Bu tip durumlarda "ay otur sorunlarımızı çözelim" işe yaramıyorsa en iyi çözüm gidilebilen en uzak yere topuklarınızı poponuza vuraa vura kaçmanızdır. Ben de öyle yaptım. Çok uzun değil sadece bir haftalığına öncelikle İstanbul sonra her bayram olduğu gibi Akçakoca, Düzce, Ankara.. Sonra mı? Sonra artık eskiyen İzmir'ime döndüm..



 Hem Akçakoca'dan hem de Düzce'den önceden bahsettiğime göre. Bu sefer elimi tuttuğunuzda sizi aşık olduğum şehre götürmeliyim değil mi? Her şeyden önce play tuşuna basıyoruz.. Sonra nerdeyseniz birazcık uzaklaşıp, benimle İstanbul’a gelin..


Bir şehir düşünün. Üstünde yerleşimin MÖ’den binlerce yıl önceden başladığı, tarihin en büyük imparatorluklarına başkentlik yaptığı, farklı dinlere, kültürlere sahip milyonlarca insanı barındıran, ticaretin, sanatın başkenti olan bir şehir.. Hiç uyumasın şehir ve her köşesinde bir sürpriz barındırsın sizin için. Her lezzeti tadabileceğiniz, her müziği duyabileceğiniz bir şehir olmalı ayrıca.. Bu şehir öyle bir şehir olsun ki yaşamak için 24 saat yetmesin… Sokakta iyiyi de kötüyü de görün yan yana. Gözlerinizi kapattığınızda sadece yaprakların, dalgaların, kuşların sesini değil, siren sesleri, küfürler, bağrışmalar duysanız da sevmekten vazgeçmediğiniz bir şehir düşünün. Gün boyu sizi inanılmaz yorsa da, adımınızı attığınız anda size hoş geldin diyen bir şehir düşünün... Bunların hepsini bir arada düşündüğünüzde şehirden çok ülke gibi değil mi İstanbul? Zaten Napolyon bile "Eğer dünya tek bir şehir olsaydı başkenti İstanbul olurdu” demiş. Daha nasıl tarif edilebilir ki İstanbul?


Bu şehir bir masal... Her yerin eski koktuğu ama bir o kadar da yeni olduğu. Yurtdışından gelen birçok müşterimiz bana İstanbul’un onları şaşırttığından bahsederdi. Bir şehir nasıl bu kadar eski olup bu kadar modern olabiliyormuş, anlamıyorlarmış. Bir yanda saraylar, Camiiler en eski katedraller, bir yanda modern cafeler, tramvaylar, insanlar..

İlk durağımız Beyoğlu, Taksim! Pasajları, lokantaları, Nevizadesi, Asmalısı.. Ama en önemlisi hiç kimseyi kasmayan, kalıba sokmayan herkesi kendi haline bırakan ruhu.. Kimse o tiki tiki yerlerdeki gibi hanım hanımcık olmak, kocaman kahkahaları saklamak ya da aaa yeteerr isyanını içine atmak zorunda değil.




Bu rahatlık herkesi "çiçek çocuk" yapmış.. Bu ruh da her yere yansımış. En çok da her şeyde yaşanmışlıklar barındıran o pasajların içinde.. 




Pasajlarda turistik o kadar şey var ki bir an kendi ülkenizde kendinizi turist gibi hissediyorsunuz. Tabi bu kötü değil, gayet güzel bişi;)



Çıktık sokaklara.. İstanbul için boşuna Masal demedik. Her şey kendine özgü.. Rahat, umursamaz.. Yere Bakan Blues Çalan bu ikinci el dükkanı gibi.. İçeri girdiğimde rastalı saçlı sahibi kendine adaçayı yapıyordu. "İçer misin?" diyip bardağını uzattı, (hıı içerim, olum ben evde aynı bardakla iki kez çay içmiyorum senin Allah bilir nasıl yıkadığın belirsiz bardağından çay mı içerim! Demedim tabii ama bir an hepsi geçti aklımdan:)) "yok afiyet olsun" diyince omuz silkip takıl madem dedi döndü arkasını :)


İçerde notlar, fotoğraf makineleri, dikiş makinesi, gözlükler, ayakkabılar, şapkalar.. Ne ararsanız var..

İşte bir gün bir yerim olacaksa aynen böyle olmalı. Bir de şömine belki. Tamam bir de kocaman koltuklar. Kenar da hiç yerinden kalkmayan ton ton köpeğim de tabii ;)



Dükkanları geçtim, Beyoğlu'nun sokakları bile insanların sanatlarına malzeme olmuş. Herkes bir şey anlatmış kendi dilinde. Şimdi onların anlattıklarını sokaklar geçen herkesle paylaşıyor..





Her tür müzik demiştim ya.. Bu sokaklarda müzik aletlerini bulabileceğiz bir sürü dükkan da var. Hepsi yine kendine özgü, yine özgür ruhlu.. Bunları görünce acaba içeri girip alsam mı bir gitar, kursa gider öğrenirim nolcak, haydi Buket diyip kendi kendime verdiğm gazla fıtı fıtı dükkanın dibine kadar geldiiimm ve şu kadının yüzündeki Aman Allah'ım geliyor vallahi alıcak ifadesinden sonra vazgeçtim.. Bilinçaltı temizliği şart bende. Yoksa gitar çalmakta ne var? ;)



Sokakları, müzikleri, özgürlüğü bir yana İstanbul'un en güzel yanı, sadece size ait olmaması. Birçok milletten insan yaşamış ve hala yaşamakta. Bizim inancımıza ne kadar yer varsa onlarınkine de bir o kadar yer var.. At gözlüğü olmayan bir şehir İstanbul.. Kiliselerde çalışanların sizi karşılayışı ve yabancılar kadar içinde dua eden benim gibi müslümanlar bunun en güzel kanıtı..

(Taksim St Antoine Kilisesi)

Kestanelerin kokusuna dayanamayıp saldıran şahıs kuzenim :) Daha ne yicez ama yeter diye korkulu gözlerle bakınan şahıs ise ben :)


Yeme içme seansları bitmiyor bir de burda.. Gece kokoreç, midye tava, midye dolma ile başlar, waffle’la devam eder, sonra bazılarımız ıslak köfte yer ve diğerlerimiz mide yıkaması ihtiyacıyla bol bol su içer. Arada içilen diğer şeylerden bahsetmiyoruz bile. Şimdi düşündüm de bu gençlik ne biçim yiyor içiyor yahu! ;)



Onca koşuşturmadan sonra biraz rahatlayıp, bağıra bağıra şarkı söylemek için en güzeli Nevizade'ciğim ;) . 



Bu sokak birçok bar ve meyhanesiyle ünlü. Her kafadan insanın eğlenmesi için imkan sunulmuş.



Kız kıza çıkıp canlı müzik dinlemeden gece gezmesi olur mu hiç?  



Ve gecenin özeti...
Omuzlar, eller, kollar ;)) 
En önemlisi dostlar ;) 


Ordan oraya atlaya atlaya devam edelim. Bu arada Yazımız uzun olucak demiş miydim?
Allah'tan başından sonuna anlatmaya kalkmıyorum. Sadece en çok sevdiğim yerlerden bahsedicem, söz ;)
Bir sonraki durağımız Galata Kulesi..


Dünyanın en eski kulelerinden biriymiş Galata Kulesi. Kulenin tepesinden İstanbul'u panaromik olarak görebiliyorsunuz. Tabi kulenin dolaşıma açık yeri iki Japonluk yapıldığı için siz Amerikalı turistle karşı karşıya geldiğinizde yutkunma sesiniz resmen yankılanıyor. Bi de sağdan sola gidin diye yazmışlar ama insan kalabalığından yazı da okunmuyor. Soldan sağa başladığımız turumuzla ne kadar barış canlısı bir halk olduğumuzu sarıla sarıla gösterdik tüm turistlere.. Teşekküre, alkışa gerek yok lütfen, kim olsa aynını yapardı ;)) 



Bu kulenin önceleri zindan, daha sonra tophane olarak kullanıldığı söyleniyor. Ama kuleyle ilgili en önemli olay Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Da Vinci’nin yazılarından ve kuşlardan etkilenerek yaptığı kanatlarla, lodoslu bir günde kuleden karşı kıyıdaki Üsküdar’a kadar 6 kilometre uçması. Bu uçuş bırakın Sultan’ın ilgisini, Avrupa'daki bilim adamlarının bile ilgisini çekmiş. Normalde büstünün yapılması gereken adam, Sultan tarafından tehdit olarak görülmüş ve Cezayir’e sürgün edilmiş. Yani Sultan çıkıp arkadaşlar bu adam uçarken kuş misali bişiler bırakır kafamıza mazallah rezil oluruz dese çok daha anlayışla karşılanabilirdi ama adam "fazla bilgili" olduğundan tehdit olarak görülmüş.. Bu olaylar 1630-40 arası yaşanıyor. Yıllar arasındaki 7 farkı bulan el kaldırsın! (Şimdi o eli kolu indirsin artislik yapmasın lütfen.. ;))



Galata Kulesini bu ekiple gezdik. Abim ve pek değerli, pek hanım hanımcık dostumuz Pınar.. :)



Bu arada abim kuleden inerken "oh be üstümüzden bir yük daha kalktı" demesin mi? Tarihi gezimiz esnasında sarf ettiği bu söz nedeniyle hala kınıyorum kendisini ;))



Çok kültürlü, dinli, insanlı bir şehir istanbul. Ama her yerden bakıldığında görünen minareleri islamiyetin varlığını her yerden hissettiriyor. Şu yüzünüzü güldüren varlığını..


Mimar Sinan'ın 7 yılda tamamladığı Süleymaniye Camii'si en görkemli camiilerden biri. Anlatılanlara göre, camiinin yapımı çok uzun sürünce etrafta dedikodular çıkmaya başlamış. (Aslında Türk halkı hiç sevmez dedikoduyu ama ;)) Sultan'da bunun üstüne bir gün ansızın camiiye gitmiş. Dedikodulardaki gibi Mimar Sinanı Camii'nin tam orta yerinde Nargile içerken bulmuş. Sultan köpürmüş, bağırmış çağırmış. Mimar Sinan padişahını sakinleştirip, nargilesinde tütün olmadığını nargilenin fokurdamasıyla camideki akustiği ölçtüğünü anlatmış. Mimar Sinan mihraptaki imamın sesini, bütün camiye nasıl ulaştıracağını nargilenin fokurmadamasıyla hesaplıyormuş meğersem. Bi de bunun için anadoludan 65 tane dev turşu küpünü ağızları dışa dönük şekilde kubbenin eteklerine dizdirmiş. Akustik öyle bir hesaplanmış ki o devasa camiinin her yerine imamın sesi aynı oranda iletilebilmiş.



Dev camii 300 e yakın dev kandillerle aydınlatılıyormuş. Kandillerden çıkan isler camiye zarar vermesin, cemaati rahatsız etmesin diye Mimar Sinan caminin belli başlı yerlerinde is odası yaptırıp, havalandırmaları bu is odalarına bağlamış. Öyle bir sistemle is toplanmış ki bir yandan da dönemin en kaliteli mürekkepleri bu is odalarında damıtılmış. Düşünün Mimar Sinan bunu nerdeyse günümüzden 500 yıl önceki teknoloji ile gerçekleştirmiş!



 Ayrıca söylenenlere göre bu camiinin hangi köşesini, duvarını, kubbesini ölçerseniz ölçün, sonuç sayısal olarak Allah kelimesi ve kelimenin katları çıkıyormuş.



Mimar Sinan 92 cami, 52 mescit, 55 medrese, 7 darül-kurra, 20 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa (hastane), 6 su yolu, 10 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam yapmış. Boru diil yani :)

Bir diğeri de Sultan Ahmet camiisi..






Bu camii ayrıca sanki avrupanın tam ortasına konulmuş gibi..



Karşısında Ayasofya, etrafında çok modern ve canlı işletmeler.. Bu işletmelerde sallanan Türk bayrakları.. Keyiften dört keşe gezinmek için bire bir..









Bitmiyor bu yazıı bitmiyoorr demeyin... Birazcık da Ortaköyden bahsedicem ;)

Ortaköy turistlerin, özellikle bizim gibi Türk turistlerin uğrak yeri. Biz ordayken Camii'si restorasyondaydı. Daha önceki gelişlerimde çekilmiş bi fotoyu buldum. İşte aslında Ortaköy Camisi böyle gözüküyor. Ortaköy gibi, küçük ama içten. Gel diyor resmen.. 



Ortaköy'de waffle ve kumpir için stantlar açılmış. (Ohoo onlar bayağıdır var demeyin. Ben son zamanlarda sadece nişan, düğün ve fuar aktivitelerine katılıp döndüm. Turist olmak için ancak fırsat bulduk)


Tatlarından kendime işkence çektirmemek için bahsetmiyordum. Ama öylesi yok İzmir'de yok.. :(


Abim de benden ;)) El göbekte "hıımm gelioo" bakışları da waffleını hazırlayan adam da;)



Alıyorsunuz, yiyorsunuz kenar köşede. Tam da benim istediğim gibi. Kimse hiçbir şey için kasılmıyor. Hayat piknik havasıındaaaaa ;))



İncik boncuksuz Ortaköy mü olur? Olmaz...



Ortaköy Taşçısı.. Atatürk görselleri en güzelleri..


Minicik minicik secret evleri. Al birini koy karşına. Yıllar sonra Aaaa bir bakmışsın o evdesin ;))
Neden olmasın canım. Çekim yasasının sana, bana en önemli katkısı istediğimiz şeylerin farkına varıp ona göre yaşamaya başlamamız. Nerden nereye geldim.. O başka konu. Sonra sonra o..  Devam edelim :)

En sevdiğim :)
Okuyan gençlik :))

Yoruldunuz mu?? Bunun daha Üsküdar da kahvaltısı, Kız Kulesinde akşam yemeği, Gülhane parkı karşısında önce tren fonlu resimleri sonra  yorgunluk çayı var.. Bitmedi Bağdat caddesi, barlar sokağı sohbetleri var.. Eminönü balık ekmeği sonra tüm gece mide ovalaması var.. Daha Allah bilir aklıma gelmeyen neleri var. Anlayacağınız var da var..  Gerçekten İstanbul ne bir yazıyla, ne de öyle bir haftada görülebilecek bir şehir.. Okuyanlar arasında orda yaşayan varsa benim tavsiyem kendinize zaman ayırın ve şehrinizin güzelliklerinde kaybolun.. Çok kalabalık, trafik var, geçim zor demeyin.. Çok şanslısınız. Sadece  farkına varmanız için birazcık turistik tur atmanız lazım.. 

Tabii ki İstanbul turları bitmez. Bakarsınız gidilir gelinmez.. Hayatın ne getireceği belli olmaz.. Çantamdan çıkanlardan sonra bunu düşünmemek elde değil ;)) 



Nice gezmelere! 
Buket


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...