3 Kasım 2012 Cumartesi

İstanbul, sen ne güzel şehirsin..

Birazcık eski yazıları okuduysanız şu son zamanlarda dikiş ipliğiyle adam boğucak psikolojiye geldiğimi, daha doğrusu bir kaç olayın itinayla getirttiğini biliyorsunuzdur. Bu tip durumlarda "ay otur sorunlarımızı çözelim" işe yaramıyorsa en iyi çözüm gidilebilen en uzak yere topuklarınızı poponuza vuraa vura kaçmanızdır. Ben de öyle yaptım. Çok uzun değil sadece bir haftalığına öncelikle İstanbul sonra her bayram olduğu gibi Akçakoca, Düzce, Ankara.. Sonra mı? Sonra artık eskiyen İzmir'ime döndüm..



 Hem Akçakoca'dan hem de Düzce'den önceden bahsettiğime göre. Bu sefer elimi tuttuğunuzda sizi aşık olduğum şehre götürmeliyim değil mi? Her şeyden önce play tuşuna basıyoruz.. Sonra nerdeyseniz birazcık uzaklaşıp, benimle İstanbul’a gelin..


Bir şehir düşünün. Üstünde yerleşimin MÖ’den binlerce yıl önceden başladığı, tarihin en büyük imparatorluklarına başkentlik yaptığı, farklı dinlere, kültürlere sahip milyonlarca insanı barındıran, ticaretin, sanatın başkenti olan bir şehir.. Hiç uyumasın şehir ve her köşesinde bir sürpriz barındırsın sizin için. Her lezzeti tadabileceğiniz, her müziği duyabileceğiniz bir şehir olmalı ayrıca.. Bu şehir öyle bir şehir olsun ki yaşamak için 24 saat yetmesin… Sokakta iyiyi de kötüyü de görün yan yana. Gözlerinizi kapattığınızda sadece yaprakların, dalgaların, kuşların sesini değil, siren sesleri, küfürler, bağrışmalar duysanız da sevmekten vazgeçmediğiniz bir şehir düşünün. Gün boyu sizi inanılmaz yorsa da, adımınızı attığınız anda size hoş geldin diyen bir şehir düşünün... Bunların hepsini bir arada düşündüğünüzde şehirden çok ülke gibi değil mi İstanbul? Zaten Napolyon bile "Eğer dünya tek bir şehir olsaydı başkenti İstanbul olurdu” demiş. Daha nasıl tarif edilebilir ki İstanbul?


Bu şehir bir masal... Her yerin eski koktuğu ama bir o kadar da yeni olduğu. Yurtdışından gelen birçok müşterimiz bana İstanbul’un onları şaşırttığından bahsederdi. Bir şehir nasıl bu kadar eski olup bu kadar modern olabiliyormuş, anlamıyorlarmış. Bir yanda saraylar, Camiiler en eski katedraller, bir yanda modern cafeler, tramvaylar, insanlar..

İlk durağımız Beyoğlu, Taksim! Pasajları, lokantaları, Nevizadesi, Asmalısı.. Ama en önemlisi hiç kimseyi kasmayan, kalıba sokmayan herkesi kendi haline bırakan ruhu.. Kimse o tiki tiki yerlerdeki gibi hanım hanımcık olmak, kocaman kahkahaları saklamak ya da aaa yeteerr isyanını içine atmak zorunda değil.




Bu rahatlık herkesi "çiçek çocuk" yapmış.. Bu ruh da her yere yansımış. En çok da her şeyde yaşanmışlıklar barındıran o pasajların içinde.. 




Pasajlarda turistik o kadar şey var ki bir an kendi ülkenizde kendinizi turist gibi hissediyorsunuz. Tabi bu kötü değil, gayet güzel bişi;)



Çıktık sokaklara.. İstanbul için boşuna Masal demedik. Her şey kendine özgü.. Rahat, umursamaz.. Yere Bakan Blues Çalan bu ikinci el dükkanı gibi.. İçeri girdiğimde rastalı saçlı sahibi kendine adaçayı yapıyordu. "İçer misin?" diyip bardağını uzattı, (hıı içerim, olum ben evde aynı bardakla iki kez çay içmiyorum senin Allah bilir nasıl yıkadığın belirsiz bardağından çay mı içerim! Demedim tabii ama bir an hepsi geçti aklımdan:)) "yok afiyet olsun" diyince omuz silkip takıl madem dedi döndü arkasını :)


İçerde notlar, fotoğraf makineleri, dikiş makinesi, gözlükler, ayakkabılar, şapkalar.. Ne ararsanız var..

İşte bir gün bir yerim olacaksa aynen böyle olmalı. Bir de şömine belki. Tamam bir de kocaman koltuklar. Kenar da hiç yerinden kalkmayan ton ton köpeğim de tabii ;)



Dükkanları geçtim, Beyoğlu'nun sokakları bile insanların sanatlarına malzeme olmuş. Herkes bir şey anlatmış kendi dilinde. Şimdi onların anlattıklarını sokaklar geçen herkesle paylaşıyor..





Her tür müzik demiştim ya.. Bu sokaklarda müzik aletlerini bulabileceğiz bir sürü dükkan da var. Hepsi yine kendine özgü, yine özgür ruhlu.. Bunları görünce acaba içeri girip alsam mı bir gitar, kursa gider öğrenirim nolcak, haydi Buket diyip kendi kendime verdiğm gazla fıtı fıtı dükkanın dibine kadar geldiiimm ve şu kadının yüzündeki Aman Allah'ım geliyor vallahi alıcak ifadesinden sonra vazgeçtim.. Bilinçaltı temizliği şart bende. Yoksa gitar çalmakta ne var? ;)



Sokakları, müzikleri, özgürlüğü bir yana İstanbul'un en güzel yanı, sadece size ait olmaması. Birçok milletten insan yaşamış ve hala yaşamakta. Bizim inancımıza ne kadar yer varsa onlarınkine de bir o kadar yer var.. At gözlüğü olmayan bir şehir İstanbul.. Kiliselerde çalışanların sizi karşılayışı ve yabancılar kadar içinde dua eden benim gibi müslümanlar bunun en güzel kanıtı..

(Taksim St Antoine Kilisesi)

Kestanelerin kokusuna dayanamayıp saldıran şahıs kuzenim :) Daha ne yicez ama yeter diye korkulu gözlerle bakınan şahıs ise ben :)


Yeme içme seansları bitmiyor bir de burda.. Gece kokoreç, midye tava, midye dolma ile başlar, waffle’la devam eder, sonra bazılarımız ıslak köfte yer ve diğerlerimiz mide yıkaması ihtiyacıyla bol bol su içer. Arada içilen diğer şeylerden bahsetmiyoruz bile. Şimdi düşündüm de bu gençlik ne biçim yiyor içiyor yahu! ;)



Onca koşuşturmadan sonra biraz rahatlayıp, bağıra bağıra şarkı söylemek için en güzeli Nevizade'ciğim ;) . 



Bu sokak birçok bar ve meyhanesiyle ünlü. Her kafadan insanın eğlenmesi için imkan sunulmuş.



Kız kıza çıkıp canlı müzik dinlemeden gece gezmesi olur mu hiç?  



Ve gecenin özeti...
Omuzlar, eller, kollar ;)) 
En önemlisi dostlar ;) 


Ordan oraya atlaya atlaya devam edelim. Bu arada Yazımız uzun olucak demiş miydim?
Allah'tan başından sonuna anlatmaya kalkmıyorum. Sadece en çok sevdiğim yerlerden bahsedicem, söz ;)
Bir sonraki durağımız Galata Kulesi..


Dünyanın en eski kulelerinden biriymiş Galata Kulesi. Kulenin tepesinden İstanbul'u panaromik olarak görebiliyorsunuz. Tabi kulenin dolaşıma açık yeri iki Japonluk yapıldığı için siz Amerikalı turistle karşı karşıya geldiğinizde yutkunma sesiniz resmen yankılanıyor. Bi de sağdan sola gidin diye yazmışlar ama insan kalabalığından yazı da okunmuyor. Soldan sağa başladığımız turumuzla ne kadar barış canlısı bir halk olduğumuzu sarıla sarıla gösterdik tüm turistlere.. Teşekküre, alkışa gerek yok lütfen, kim olsa aynını yapardı ;)) 



Bu kulenin önceleri zindan, daha sonra tophane olarak kullanıldığı söyleniyor. Ama kuleyle ilgili en önemli olay Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Da Vinci’nin yazılarından ve kuşlardan etkilenerek yaptığı kanatlarla, lodoslu bir günde kuleden karşı kıyıdaki Üsküdar’a kadar 6 kilometre uçması. Bu uçuş bırakın Sultan’ın ilgisini, Avrupa'daki bilim adamlarının bile ilgisini çekmiş. Normalde büstünün yapılması gereken adam, Sultan tarafından tehdit olarak görülmüş ve Cezayir’e sürgün edilmiş. Yani Sultan çıkıp arkadaşlar bu adam uçarken kuş misali bişiler bırakır kafamıza mazallah rezil oluruz dese çok daha anlayışla karşılanabilirdi ama adam "fazla bilgili" olduğundan tehdit olarak görülmüş.. Bu olaylar 1630-40 arası yaşanıyor. Yıllar arasındaki 7 farkı bulan el kaldırsın! (Şimdi o eli kolu indirsin artislik yapmasın lütfen.. ;))



Galata Kulesini bu ekiple gezdik. Abim ve pek değerli, pek hanım hanımcık dostumuz Pınar.. :)



Bu arada abim kuleden inerken "oh be üstümüzden bir yük daha kalktı" demesin mi? Tarihi gezimiz esnasında sarf ettiği bu söz nedeniyle hala kınıyorum kendisini ;))



Çok kültürlü, dinli, insanlı bir şehir istanbul. Ama her yerden bakıldığında görünen minareleri islamiyetin varlığını her yerden hissettiriyor. Şu yüzünüzü güldüren varlığını..


Mimar Sinan'ın 7 yılda tamamladığı Süleymaniye Camii'si en görkemli camiilerden biri. Anlatılanlara göre, camiinin yapımı çok uzun sürünce etrafta dedikodular çıkmaya başlamış. (Aslında Türk halkı hiç sevmez dedikoduyu ama ;)) Sultan'da bunun üstüne bir gün ansızın camiiye gitmiş. Dedikodulardaki gibi Mimar Sinanı Camii'nin tam orta yerinde Nargile içerken bulmuş. Sultan köpürmüş, bağırmış çağırmış. Mimar Sinan padişahını sakinleştirip, nargilesinde tütün olmadığını nargilenin fokurdamasıyla camideki akustiği ölçtüğünü anlatmış. Mimar Sinan mihraptaki imamın sesini, bütün camiye nasıl ulaştıracağını nargilenin fokurmadamasıyla hesaplıyormuş meğersem. Bi de bunun için anadoludan 65 tane dev turşu küpünü ağızları dışa dönük şekilde kubbenin eteklerine dizdirmiş. Akustik öyle bir hesaplanmış ki o devasa camiinin her yerine imamın sesi aynı oranda iletilebilmiş.



Dev camii 300 e yakın dev kandillerle aydınlatılıyormuş. Kandillerden çıkan isler camiye zarar vermesin, cemaati rahatsız etmesin diye Mimar Sinan caminin belli başlı yerlerinde is odası yaptırıp, havalandırmaları bu is odalarına bağlamış. Öyle bir sistemle is toplanmış ki bir yandan da dönemin en kaliteli mürekkepleri bu is odalarında damıtılmış. Düşünün Mimar Sinan bunu nerdeyse günümüzden 500 yıl önceki teknoloji ile gerçekleştirmiş!



 Ayrıca söylenenlere göre bu camiinin hangi köşesini, duvarını, kubbesini ölçerseniz ölçün, sonuç sayısal olarak Allah kelimesi ve kelimenin katları çıkıyormuş.



Mimar Sinan 92 cami, 52 mescit, 55 medrese, 7 darül-kurra, 20 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa (hastane), 6 su yolu, 10 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam yapmış. Boru diil yani :)

Bir diğeri de Sultan Ahmet camiisi..






Bu camii ayrıca sanki avrupanın tam ortasına konulmuş gibi..



Karşısında Ayasofya, etrafında çok modern ve canlı işletmeler.. Bu işletmelerde sallanan Türk bayrakları.. Keyiften dört keşe gezinmek için bire bir..









Bitmiyor bu yazıı bitmiyoorr demeyin... Birazcık da Ortaköyden bahsedicem ;)

Ortaköy turistlerin, özellikle bizim gibi Türk turistlerin uğrak yeri. Biz ordayken Camii'si restorasyondaydı. Daha önceki gelişlerimde çekilmiş bi fotoyu buldum. İşte aslında Ortaköy Camisi böyle gözüküyor. Ortaköy gibi, küçük ama içten. Gel diyor resmen.. 



Ortaköy'de waffle ve kumpir için stantlar açılmış. (Ohoo onlar bayağıdır var demeyin. Ben son zamanlarda sadece nişan, düğün ve fuar aktivitelerine katılıp döndüm. Turist olmak için ancak fırsat bulduk)


Tatlarından kendime işkence çektirmemek için bahsetmiyordum. Ama öylesi yok İzmir'de yok.. :(


Abim de benden ;)) El göbekte "hıımm gelioo" bakışları da waffleını hazırlayan adam da;)



Alıyorsunuz, yiyorsunuz kenar köşede. Tam da benim istediğim gibi. Kimse hiçbir şey için kasılmıyor. Hayat piknik havasıındaaaaa ;))



İncik boncuksuz Ortaköy mü olur? Olmaz...



Ortaköy Taşçısı.. Atatürk görselleri en güzelleri..


Minicik minicik secret evleri. Al birini koy karşına. Yıllar sonra Aaaa bir bakmışsın o evdesin ;))
Neden olmasın canım. Çekim yasasının sana, bana en önemli katkısı istediğimiz şeylerin farkına varıp ona göre yaşamaya başlamamız. Nerden nereye geldim.. O başka konu. Sonra sonra o..  Devam edelim :)

En sevdiğim :)
Okuyan gençlik :))

Yoruldunuz mu?? Bunun daha Üsküdar da kahvaltısı, Kız Kulesinde akşam yemeği, Gülhane parkı karşısında önce tren fonlu resimleri sonra  yorgunluk çayı var.. Bitmedi Bağdat caddesi, barlar sokağı sohbetleri var.. Eminönü balık ekmeği sonra tüm gece mide ovalaması var.. Daha Allah bilir aklıma gelmeyen neleri var. Anlayacağınız var da var..  Gerçekten İstanbul ne bir yazıyla, ne de öyle bir haftada görülebilecek bir şehir.. Okuyanlar arasında orda yaşayan varsa benim tavsiyem kendinize zaman ayırın ve şehrinizin güzelliklerinde kaybolun.. Çok kalabalık, trafik var, geçim zor demeyin.. Çok şanslısınız. Sadece  farkına varmanız için birazcık turistik tur atmanız lazım.. 

Tabii ki İstanbul turları bitmez. Bakarsınız gidilir gelinmez.. Hayatın ne getireceği belli olmaz.. Çantamdan çıkanlardan sonra bunu düşünmemek elde değil ;)) 



Nice gezmelere! 
Buket


4 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İstanbul'da yaşayan ve hayat telaşesinden kıymetini bilse de gösteremeyen insanları da anlıyor, humanist yapımla gurur duyuyorum. Sizi kıskanıp atıp tutabilirdim de ;)

      Sil
    2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

      Sil
  2. Harikaaaaaaaaaaa....ben de bos vaktim oldukca yasadigim sehrin guzel yerlerini kesf etmeye calisiyorummmm...bayilirim bisikletle gezinti yapmayaaa)))Aylin

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...