16 Mart 2013 Cumartesi

Sadece bir çocuk, asla büyümeyecek..

Camlarımı sonuna kadar açmıştım.

Biraz rüzgar gelse, birazcık hem de nefes alabilirdim. Rahat rahat uyuyabilirdim de.

Ağustosun tam ortasındaydık. İzmir sıcağı ve vantilatörümün İzmir'in sıcağına karşı açtığı savaşta çıkardığı garip sesler beni uyutmamakta diretiyorlardı. Yıllarca yalnız yaşamış insanların ortak noktası yalnız kaldıklarında her seslere kulak kesilmeleri olduğunu duymuştum. Yalnızlık kolay değil. Kendini koruma güdüsü hep içinizde. Çıt sesi nerden çıkarsa çıksın, bir düşman olabilir.

O gün akşam 8'de şirketten çıkıp, müşteriler, yüklemeler, tedarikçiler, ödemeler derken başımı çatlatma derecesinde doldurmuştum. Çok yorgundum ve uyumalıydım. Sıcaktan mı, yoksa yorgunluktan mı bilmiyorum uyuma değil bayılma çizgisine çok yaklaşmıştım. Kendimi yatağa attığımda ne zaman yorgun olsam olan şey oldu. Gözlerim yine bir şeye takıldı. Pencereden perdem önce dışarı çıktı sonra kocaman kabararak içeri girdi. Salıncak gibi diyip kendimi uykuya teslim etmek üzereyken, bir ses gözlerimin kocaman açılmasına neden oldu. Odada bir şey düşmüştü! Daha çok yuvarlanmıştı! Bir anda irkilerek doğruldum yataktan ve yanı başımda duran gece lambasına  uzandım. Ben lambaya uzandığımda bir şey kapının yanından sıçrayıp camın diğer tarafına geçti. Ne düşündüm, neden öyle bir şey yaptım bilmiyorum ama bir anda koşup camı kapadım. Dışarıdan ne girdiyse dışarı çıkmıştı ve orada kalmalıydı. Büyük ihtimalle bir kuştu zaten. Yoksa camdaki parmaklıklardan nasıl geçerdi. Kuştu emindim. Dışarıya bakarken sadece bir karartının etrafta kaybolmuşca dolaşmasını izledim. Tabii ki o karartı kuşa aitti, o uçuyordu, ve ay ışığının dalgalanması benim camıma yansıyordu. Bunun mantıklı açıklaması buydu. Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardı.

Çok yorgundum ve tam dalarken o salak kuş gelip beni uyandırmıştı. Camı neden açık bıraktıysam zaten rüzgar esmiyordu. En iyisi kapalı olmasıydı. Kendimi yatağıma atmıştım tekrar. Işığı kapadım, yastığıma yüzümü gömdüm, artık uyumalıydım. Uyumalıydım! Kafamı nefes almak için sola doğru çevirdim. Yüzüm pencereye dönüktü. Yıldızlar sanki minicik lambalardı ve o gece hepsi odamda olanları izlemek için odama ışık tutuyorlardı. Her şeyi görebiliyordum odamda. Dolabımın hemen önünde duran koltuğa fırlattığım gömlek yakasına kadar her şey seçiliyordu. Gömleği yıkamaya atmış olmalıydım. İşte uyumak için çırpınırken bana hep bu olur. Saçma sapan tüm düşünceler birleşir ve kendimi sorgulamaya başlarım. Eğer gömlek karşıdaysa yıkamaya atılmamıştır değil mi? Kısık baktığımdan sanırım gömleğin yakası oynuyordu. Çok yavaş oynuyordu. Sanırım etrafa saçtığım kıyafetler onları bir o yana, bir bu yana fırlattığım için bir olup bana savaş açacaklardı. Evet, kafam boşsa bu tip hayaller kurmak da en çok yaptıklarımdan biridir.. Tek farkla. Hayallerimin kontrolleri hep benim elimdedir. Ama bu sefer gömleği ben kontrol etmiyordum. O bir gömlek yakası mıydı? Değil miydi! Aniden kalkıp yatağımdan yine açtım lambamı. Karşımda ufacık, kızıl saçlı  cılız bir çocuk vardı! O bana, ben ona bakıp uzun bir çığlık attıktan sonra yattığım yerden kalkıp duvarla bir olmuştum! Bu karşımdaki çocuk nasıl buraya gelmişti. Nasıl oldu da içeri girmişti! Neden buradaydı! Kafasındaki şapka, o tüy.. Yok artık, sanırım çıldırıyordum! Yoo.. Aslında rüyaydı bu! Evet açıklaması buydu şu an sıcak yüzünden uyuyamıyor ve kabus görüyordum. Bir çocuğu görmenin neresi kabustu bilmiyorum ama hiç bu kadar korkmamıştım. Sanırım hiç bu kadar korkutmamıştım da. Çocuk korkusundan bir adım geri atıp camla dolap arasındaki boşluğa sıkışmıştı. Çığlık atmayı bırakmış sıkışan çocuğa merakla bakmaya başlamıştım. Orada ki bir çocuktu. O minicik yere benden korktuğu için sıkışmıştı. Yavaş yavaş, parmaklarımın üstüne basarak ilerleyip yanına doğru gittim. Nasıl bir cesaretle bunu yaptım bilmiyorum ama çocuğa elimi uzattım. Tek elini karanlıktan çıkarıp elimi tuttu. Hayatımda hiç bu kadar minik, ama bu kadar güçlü bir el tutmamıştım. Yavaşça çektim kendime çocuğu ama sıkışmıştı kolu, bir kez daha, sonra bir kez daha.. Ama bu sefer daha kuvvetli, sadece mırıldanarak "dikkat et" demiştim çocuğa. Kendime hızlıca çektiğimde çocuk çıkmış ama ben dengemi kaybettiğimden yere oturuvermiştim. Bu durumda çocuğunda düşmesi gerekirdi ama düşmedi. Çocuk çıkardığım yerde de değildi. Tam kafamın üstünden "istesem kendim de çıkardım, sadece senin ne kadar kuvvetli olduğunu bilmeliydim!" dedi o ukala tavrıyla. Kafamı yukarı kaldırarak bakıyordum çocuğa. Bu çocuk karanlıkta ve benim hemen karşımda ayakları yerden bir metre kadar uzakta, elleri belinde benimle konuşuyordu. Bu çocuk karşımda uçuyordu!

Ben kesinlikle rüya görüyordum. Bunun bilincindeydim artık. Karşımdaki çocuk uçuyordu. Daha doğrusu görünmez bir merviden üstüne çıkmış benimle konuşuyordu. Hemen olduğum yerden doğruldum, geceliğimi çekiştirdim, üstümü düzeltip ayağa kalktım. Hemen yanaştı, "senin yüzünden artık yapayalnızım! Geceleri gitmesi zaten zordu, artık gündüzleri de olmayacak! Hepsi senin yüzünden! Onu önce korkuttun sonra da benden ayırdın! O karanlıkta kayboldu senin yüzünden, bak artık yok!" Ne mi yaptım? Ağzım açık ne demek istediğini anlamaya çalıştım. Tabii ki anlayamamıştım. O an ben sadece büyülenmiştim.

Bal rengi göz gördünüz mü? Parıl parıl size bakan? Ben gördüm.Yanaklarının üstünde minik minik çilleri, saçları bir o yana bir bu yana savrulmuş, sanki kocaman bir yaprağı gemi yapmış gibi ama gemiyi yüzdüremeyince kafasına koymuş, belki de orada unutmuş denilecek bir şapka.. Şapkasında çok güzel bir tüy.. Bakışlarımı çocuğun yüzünden, o güzel yüzünden alamamıştım. O bana "sana diyorum!" diye çıkışınca kendime gelmiştim. Korkup kenara sıkışan minik çocuk gitmiş, esip gürleyen bir erkek gelmişti karşıma. "ben.." diyebilmiştim sadece. Sonra işaret parmağımı uzatıp "sen?" diyebilmiştim. Karşımdaki, bu sefer kollarını birleştirip gözlerini yukarı dikip "benim adım var" demişti. Bu çocuk bana trip mi atıyor diye düşünmüştüm. Tanrım bu ne saçma rüyaydı. Neden ben rüyalarımda maceralara atılmıyordum, bir tom raider olmak yerine bu çocuktan mı korkuyorum yani diye düşünmüştüm. Bu sefer ben de ellerimi birleştirdim. saçlarımı gözlerimin önünden çektim, geceliğimi bir kez daha çekiştirip, "evet senin bir adın vardır elbet, ama bu evin de bir adı var! Adı Buket'in Evi! Sen kimsin ve burada ne yapıyorsun!" diye sesimi ciddileştirerek hatta biraz azarlarcasına  sordum. Kollarımı bu sefer iki yana koyup bağırmak için hazırlanıp, yuttu. "Evin olduğunu sanıyorsun! Ama yanılıyorsun. Gecenin örtüsünün altındaki tüm arazi benim ve benim gibi çocuklara aittir! Ben de isteyerek gelmedim, senin yüzünden bir peri öldü bugün. Sana buna bir son ver demeye geldim! Bugün o kutuyla yukarı çıktığın fanusun içinde boynunda uzun bir kelepçe olan birine peri diye bir şey yoktur dedin! Güneş bile onun kayışını gördü. Güneş bile ışığını onun anısına senden sakladı bugün! Sen, aptal çocuk yüzünden!" Evime giren çocuk beni bugün iş yerimde, Paul'un çocuğu için anlattığı hikayeleri bana anlatmamasını söylerken dediklerimi mi duymuştu? Artık canım sıkılmış, çocuğun kolunu tutmak için öne atılıp aniden kaçmasıyla duvara toslamıştım. Sonra yatağın üstüne sıçradım, yine tutamadım, yerdeydi ve yakalamama ramak kalmıştı, hayır bu sefer de yuvarlanmıştım. Nefes nefese nerde olduğunu görmeye çalışırken, "senin sorunun olman gereken yerde olmaman!" demişti çocuk. Eğer bu çocuk evdeki 10- 15 kişisel gelişim kitabından bir paragraf okursa yemin ederim onu tutup bir güzel pataklayacaktım!! Ayağa kalkım. "Ben peri fln öldürmedim çocuk!" diye bağırdım. Saçlarım iyice birbirine girmiş, geceliğimin askısı kolumdan düşmüştü. Kendimi toparlayıp, "kimseye yalan söylemedim, peeri diye.." devam etmeme izin vermemiş bir anda yanıma uçmuş ağzımı kapatmıştı, yalvarırcasına "sakın lütfen" diyebilmişti. Bal gözlerine nasıl kıyardım ki.. Pes etmiştim. Nefes verdim ve tamam der gibi gözlerimi kapattım.

Beni duymuş olmalı, ellerini göğsüne götürüp, "benim adım Peter" dedi. "Ben sana dur demek için gelmiştim. Sanırım sen biraz fazla korkaksın. Eğer biraz benim kadar cesur olsaydın belki de yatağında dikilip bağırmak yerine konuşmama izin verirdin." Bu çocuk öyle kendini beğenmiş konuşuyordu ki söyleyeceği şeyleri sonuna kadar dinleyip, "bu mu?" demek için can atıyordum. Ben bunu düşünürken o havada görünmez bir ipin üstünde bir o yana bir bu yana gidiyor ve durmadan beni azarlıyordu. Evet yaptığı tam anlamıyla buydu. Beni ondan korktuğum için azarlıyordu. Kenara sıkışıp çıkamayan çocuk bunu yapıyordu! Ve ben yıllardır CEO'lar ve müdürlerin karşısında nefessiz konuşup, ütülü gömleklerimin yakasından donduran bakışlar fırlatan ben, bu çocuğu garip bir gülümsemeyle izliyordum.

Onun beni azarlamasını dışarıdaki cama vuran bir ateş böceği böldü. Sanki böcek içerden gelen ışıkla bir olmak istercesine cama vuruyordu. Peter birden beni azarlamaktan vazgeçip cama iki elini koydu, "çıngırdak onu bulmuşsun!" diyip bir o yana bir bu yana giden ışığa kocaman gülümsedi. Sonra bana dönüp "bak senin kaybettiğin gölgemi perim bulmuş" dedi. Nasıl da parlıyordu gözleri. "Gördün mü çoğu zaman baş belası olsalar da arada sırada periler işe yararlar!" dediğinde dışarıdaki ışık kızgın kızgın cama vurmaya ve vızırdamaya başlamıştı. Vızırtılar arasında "seni aptal eşşek" dediğinden emindim. İçimden bir ses kesinlikle haklı bile demişti. Diğer yandan Peter o ukala tavrıyla konuşmaya devam etmişti, "ve gördüğün gibi varlar. Şimdi izin verirsen gölgemi almalıyım" dedi. Camı açtı ve dışarıdakileri içeri almak yerine camdan bir adım dışarı attı. Gitmesinden mi, yoksa uçan bir çocuğun düşmesinden korktuğumdan mı hatırlamıyorum "dur!" deyip kolunu tuttum. Bal gözlü çocuk hemen gitmemeliydi. Kolunu tutunca "ben de bunu bekliyordum işte" dedi ve gülümsedi. Yanaklarındaki gamzeleri işte ilk kez o zaman görmüştüm.


Rüyalarınızda düştüğünüzü hissettiğiniz mi? Uzuun uzun düştüğünüzü. Peki rüyanızda uçtuğunuzu hiç hissettiniz mi? Peter elimi tutar tutmaz artık yerde değildim, o ufacık narin çocuk garip bir şekilde beni havalandırmıştı. Tuttuğum kolunu korkumdan acıtarak sıkıyordum sanırım, gülümseyip bana "aslında her oyun eğlencelidir, sen sadece oyun oynamak iste" demişti. Kısaca tadını çıkar da diyebilirdi. Sanki onun için her şey bir oyundu. Kurallarını kendi koyduğu sürece eğlendiği oyunlardan ibaretti hayatı.

O sözünden sonra tek hatırladığım, kendimi rüzgarlı bir havada bir tepenin ucunda kollarımı açmış gibi hissettiğimdi. Tek fark, ayaklarımın altına bir tepe yoktu. Kocaman bir şehir vardı. Bu şehir İzmir olamayacak kadar güzeldi. Işıl ışıl.. Körfez aynıydı.. Sanırım manzara burdan güzeldi. Peter'ın söylediği gibi, cam fanusta değil..

Ne oldu hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, başka bir rüzgarın beni uyandırmasıydı. Yine perdem kocaman şişmişti ve sonra dışarı çıkmıştı.. Karşımda güneş yavaş yavaş doğuyordu. Dışarda uzun zamandır duymadığım kuşların sesleri vardı. Kuşlar bugüne özel orda değillerdi elbette, onlar hep ordalardı ama  sanırım ben ilk kez uzun zamandır alarmımla değil, onların sesleriyle uyanmıştım.

Rüya mıydı gerçekten o ufak çocuk. Nasıl bir çocuk.. Tabii ki rüyaydı. Yani gerçekte nasıl bir çocuk.. Uçabilirdi?

Çok sıcak bir güne uyanmamıştım ama sırılsıklam olmuştum. Yatağımdan rüyamı hatırlayarak kalkıp, duş almak için banyoya giderken camın kenarından bir şeyin düştüğünü gördüm. Yavaş yavaş bir kuş tüyü düşüyordu. Camdan sanki istesem uçarım dercesine bir yavaşlıkta, beyazdan griye kaçan aralarında parlak yeşilimsi lekelerin olduğu bir kuş tüyü gözlerimin önünde bir o yana bir bu yana salınıp onu yere değmeden almam için bana doğru gelmişti. Yavaşça elime konması için elimi uzattım. Bu oydu. Bu Peter'in yeşil gemi şapkasına takılı kalmış o tüydü! Hemen dışarı baktım. 2. kattaki evimin penceresinden sadece yandaki çam ağacı, dışarıdan geçen bir simitçi gözüküyordu.

Tüye bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken, kolumun sızladığını fark ettim. Bu.. Bu bir çimdik miydi?


5 Mart 2013 Salı

Çerkez Mantısı (Haluj) Tarifi

Daha önceden bahsetmemişimdir büyük ihtimalle. Ben Çerkez babayla, Laz bir annenin kızıyım. Bilirsiniz çerkezler hem marifetli (öhhmm öhhmm) hem de efendilerdir. Lazlar diğer taraftan gözleri kara, eğlenceli ve biraz da günü yaşayanlardır. Bu iki genin karışımı olarak bir gün "efendim ben kariyer yapacağım, sonra bisikletimle dünyayı gezeceğim, 2 çocuk doğurucam ama şimdi size öncelikle mantı tarifi vericem" gibi karman çorman bi cümlenin benden çıkıo olmasına şaşılmaması gerekiyor ;)

Bu tarifi daha önceden hazırlamıştım, ama ancak yayınlayabiliyorum. Spor yapmaya başladığım bu günlerde mantı tarifi yayınlamam da garip bir ironi oluşturmuyor değil hani :S

Hadi başlayalım mantımıza..


Malzemelerimiz:
- 4,5 Patates,
- Bir tam Soğan,
- İki diş sarımsak,
- İstediğiniz kadar (ama abartmadan tabii) kişniş, karabiber, pul biber, tuz,
- İç hazırlarken kullanmak için riviera zeytinyağı,
- 4 su bardağı un,
- Bir bardak su,
- 1 adet kabartma tozu.

Patatesleri soyup minik minik küpler halinde doğruyoruz. Böylelikle hem daha kolay haşlanıyorlar hemde haşlama sonrasında püre yapmakla uğraşmıyorsunuz. Çok minik doğradığımız için mantının içinde rahatsız etmiyor.

Patatesimiz haşlanırken hamurumuzu hazırlıyoruz. Bir kaba, unu, suyu, kabartma tozunu koyuyoruz. En son biraz da tuz ekliyoruz hamura. Tuz hamurun kolay kolay dağılmamasına yardımcı olurmuş. Bilir kişiler dedi, ben onların yalancısıyım valla..

Yoğurduktan sonra hamurumuz çok yumuşak olmamalı. Bir 20 dakika bekletiyoruz ki tam olarak kendine gelsin. (bir hamur kendine nasıl geliyor acaba :))


Hamuru beklerken iç için hazırlıklara başlıyoruz. Bir soğanı ve sarımlakları incecik doğruyoruz.

Tavaya zeytinyağını koyup, önce soğan, sarımsak karışımını kavuruyoruz. Soğanlar renk değiştirmeye başlayınca, baharatlarımızı ekleyip karıştırıyoruz. Çok zaman geçmeden haşlanan patatesleri ekleyip biraz daha kavuruyoruz.

hazırlanan hamuru açabileceğimiz kadar ayırıp, başlıyoruz açmaya. Açma işleminde hamurun yapışmaması için arada un serpebilirsiniz.

Çok teknolojik bir aile olduğumuz için bizde haluj aparatı var. :) Aşağıda gördüğünüz ağızımsı şey bu aparat. Altıyla kesip hamuru üstüne koyup iç malzemesini içine koyup kapatabilirsiniz. Bu aparatları birbilyoncuklardan alabilirsiniz. Sadece haluj değil, bir çok hamur işinde kullanabilirsiniz. Alın alın. Ucuzdur da.. :)

Bu işlemde yuvarlak kestiğiniz hamurun birleşecek kenarlarına su sürebilirsiniz. Kapaklardaki unu aldığından direk yapışmalarına neden olur ve kapaklar açılmaz. İşe yarıyor, deneyin :)


Bu tarif 4 kişilik bir tarif. Amcamlar, kuzenler toplandığımızda kuzenlerden bazıları şu aşağıdaki tabağı tek başına bitirip, acaba tatlı mı alsak diyebilecek kapasitede :) Eğer sizin de sevdikleriniz birazcık iştahlıysa,  tarifteki malzemeleri 2,3,4 katına çıkarabilir, haluj fabrikası kurabilirsiniz :)
Ben bu halujların sadece 4 tanesini hazırladım. Diğerlerini biraz daha unlayıp buzdolabına koyabiliyorsunuz.


Kaynayan suya halujları koyup 10 dakika pişiriyoruz. Bir o yana bir bu yana çok dürtmüyoruz, kapaklar açılmasa da göbekten parçalanabiliyorlar. 4 tanesinin bir tanesi parçalandı ne yalan söyliyim :)

Haluj bir çeşit mantı olduğundan sossuz yenmez. Sosu aynı mantı sosu gibi tereyağı, birazcık salçayla yapabilirsiniz.

Veee halujumuuuzzz :)

Afiyet, bal, şeker olsun ;)
Buket


2 Mart 2013 Cumartesi

Sevmekle başlayacak her şey..


Dünyadaki tüm sokaklara bu yazıyı farklı farklı şekilde yaptırıp asmayı istiyorum. Kim ne derse desin, biz sevmenin nasıl bir şey olduğunu unutmuş çocuklarız. Biz o aşkı deli gibi isteyip ona cesaret edemeyen bir kuşağız. Dostluğu birlikte bira içmek sanan, yapayalnız kalmış insanlarız. 
Doğruluk, dürüstlüğün giyilen takım elbiseler, kabaran göğüsler olduğunu sayan kabadayılarız çoğu zaman. 
Sevmeden yaşıyoruz. Sevmeden geçen her günü ziyan ediyoruz. Bazen konuştuğumuz insanı, çalıştığımız iş yerini, yaşadığımız şehri, hatta çoğu zaman kendimizi sevmekten aciziz.. 
Kabul edelim, beyler bayanlar, biz hepimiz "O" dediğimiz insanı ararken, bize zarar veremeyeceği için uzağımıza, ulaşılmazımıza aşık olanlarız.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...