26 Temmuz 2013 Cuma

Sen bitti dediğinde..

Ancak masalcı gibi bir iş yeri sahibinin ihtiyacı olurdu kapı açıldığında çalan o zımbırtılardan. Hoş o zımbırtı çalsa da pek umurunda olduğunu da sanmam. Biri girse, içerdeki kitapları almak istese hepsini para vermeden alabilirdi. Çalmak değil, kitap paylaşmaktı bu onun için. Hem onun tabiriyle “bizden alınan bir gün bize kesinlikle geri dönerdi” zaten. 

O salak saçma ses ile içeri girdiğimde her zamanki gibi kitapların arasında bir o yana bir bu yana bakınıp, kitapları düzenleyip, raflardaki tozları alıyordu. Nasıl oluyordu da bu kadar basit bir işi yaparken bu kadar huzurlu gözükebiliyordu? 

Ben geldim der gibi, derin bir nefes aldım, o da her zamanki gibi arkasını dönmeden “çay var, hadi al kızım” dedi. Kadife perdenin ardındaki ufak mutfakta fokurdayan çaydan bir fincan doldurdum kendime. Ona getirdiğim kupaları hala kullanmıyordu. Kupalar hiç kımıldamadan gülen yüzleriyle öylece bıraktığım yerde duruyorlardı. Aldım çayımı, içeriye yanına geçtim. Sırtı hala bana dönüktü. Dön artık gözümün içine bak sana anlatmam gereken şeyler var demeyi öyle çok istedim ki. Onun yerine her zamanki gibi bana ayırdığı yeşil kadife koltuğa oturdum. Çayımı elime aldım. Yavaş yavaş içmeye başladım. Sessizliğimden şüphelenmiş olacak, karşıma geçip kuşkulu gözlerle baktı. Piyanonun sandalyesine oturdu, gülümseyip, eliyle hadi buyur der gibi bir hareket yapıp, bana doğru eğildi. Çayımı sehpaya koyup, fısıldar gibi, “ben yaptığım her şeyden vazgeçtim, kurduğum tüm düzenden” dedim. Beni duyar duymaz, gülümsedi, rahatlamıştı resmen. “Bu muydu canını sıkan der gibi” gülümseyerek arkasına yaslandı. Bacak bacak üstüne atıp, “demek ki yaptıklarım, kurduklarım dediğin ihtiyacın olanlar değilmiş” dedi. Bu adamın en sevmediğim huyuydu bu. Bu kadardı işte. Ben ona hayatımın yerle bir olduğunu söylüyorum, o bana demek ki senin için önemli değillermiş demekle kalıyor. Bu kadar! Her zamanki gibi ne oldu, anlat yavrum yok! 

Bin yıldır inatla kullandığı fincanı elime aldım. İçinde çay olmadığını fark etmeden kaldırdım, başka bir hayal kırıklığıyla boş bardağı uzaklaştırdım dudaklarımdam. Öyle sıkılmıştım ki farkında olmadan sıktığım fincanın kulpu kırılıp avcuma saplandı. Kırılma sesini duymasaydım belki de elime saplanan fincan kulpunu hissetmeyecektim bile. Masalcı hemen kalkıp elimden fincanı aldı. "Ah be yavrum" diyip, içeriye doğru koştu. Küçükken de korkuyla baktığım tentürdiyot ve gazlı bezlerle gelmişti. Sandalyesini hızlı hızlı yanıma çekip hemen gazlı bezi tentürdiyot şişesine tuttu. Yeteri kadar ıslattığına inandığı gazlı bezi elimi silmek için kullandı. Elimdeki kan ve tentürdiyot kokusu biraz başımı döndürmüştü. Masalcıysa hiç görmediğim kadar telaşlıydı. İlk kez onu korkmuş, heyecanlanmış, ya da herhangi bir şeyi tamamen hissederken görüyordum. Ben bunları düşünürken kafasını kaldırıp, aptal kız der gibi gözlerimin içine baktı. Elimi temizlemiş, gazlı bezle avcumu sarmış, kanamayı durdurmuştu. Zaten o kadar büyütülecek bir şey de yoktu. Kupanın sapının genişliği ancak 2 cm olabilirdi. 2cm’lik bir yara insanı ne öldürür ne de sakat bırakırdı. Sanki karşımdaki biraz önce ben hayatımdaki her şeyden vazgeçtim dediğimde sesi çıkmayan adam değildi. Şimdi birden evhamlı anne rolüne bürünmüştü. Hala kızgındım ona. Çocuğunun minicik yarasını ölümcül hale getiren anneler gibi benimle uğraşırken bile kızgındım ona. Sırf bana bugün ne oldu demedi ve ben onunla konuşamadım diye inanılmaz bir sinir vardı içimde. Tabii ki bu sinirle canım yanıyorsa da hissetmiyordum. 

Gazlı bezler açılmasın diye üstlerinden bir kez de bant geçirdi. Her şeyi kıpırdamadan izledikten sonra tamam yok bir şey der gibi elimi çektim. Öne doğru eğik, sinirli bakışlarla, “kızııım” dedi uzatarak. Bu sefer ciddiye almama sırası bendeydi. Kaçırdım gözlerimi. Öyle bakışlarıyla değil, bu sefer sesini duymak istiyordum, aklımda kalıcak cümlelerinin içimdeki boşluğu, pişmanlığı götürmesini istiyordum. Ondan bir şeyin bende kalmasını istiyordum. Onun sözcükleri değerliydi. Önce onlarla içimi dolduracak, sonra yalnız olmadığımı anlatmak istercesine kol kanat gerecekti. Keşke sarılsaydı. Sahi bu adam hiç kimseye sarılmış mıydı acaba?

O bana bakıyor, ben hala gözlerimi aşağıda tutuyordum. Derin nefes aldı. “hayat kızım, bir sefer değil milyonlarca kez yaşanıyor” dedi. Gözlerimi gözleriyle buluşturup, şimdi bana reenkarnasyondan bahsetme be masalcı der gibi çatık kaşlarla baktım. Yanımda kırık duran kupayı aldı ve içeri geçti. Öylece kalakalmıştım. Kendimi ağlamamak, hızlıca dışarı çıkıp saatlerce koşmamak için zor tutuyordum. Takım elbiseli, topuklu ayakkabılı bir kadın. Sağ eli gazlı bezle sarılı. Saatte 10 km hızla koşuyor. Tam da istediğim görüntüydü bu, tam..

Belki dakika bile denmeyecek zamanda bir elinde benim ona aldığım fincan, diğer elinde bir kitapla geldi. Yavaş yavaş önüme geçti, sandalyesini bir önceki gibi piyanonun hemen önüne çekti, oturdu. Kitabı açıp sayfaları karıştırmaya başladı. 

Bir çizim gösterdi önce. 
Bir kuş. 

Arkasına yaslanıp, eski kitabı kucaklayıp anlatmaya başladı. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Anlatacaktı ve dinleteceği de kesindi. Benim anlamamı sağlayacaktı.

“Eskiler dünyadaki tüm bilgilerin bir kuşta var olduğuna inanırmış. Bu öyle bir kuşmuş ki, yüzyıllardır yaşıyormış ama kimse onu görmemiş. Varlığına inanılan bu kuşa herkes saygı gösterir, bir şey olursa tüm halkı koruyacağına inanırlarmış. Bir gün insanların tüm yarattıkları ellerinden gitmiş bir anda. Kimsenin daha önceden görmediği bir yokluk gelmiş, çatmış. Her şeyin güzel gittiğine inanan halk, ilk kez bu kuşu bulmak ve onun yardımını almak zorunda olduklarını anlamış. En çok güvendikleri kuşları toplamışlar, hepsi bu özel kuşu bulmak için yola çıkmış” dedi. Kitabın biraz önce açtığı yerini bulup, boynundaki ipe bağlı gözlükleri takıp, okumaya başladı.

Ask Denizinden geçmişler önce…
Ayrılık Vadisinden uçmuşlar…
Hırs Ovasını aşıp..

Kıskançlık Gölüne sapmışlar..
Kuşların kimi Ask Denizine dalmış..

Kimi Ayrılık vadisinde kopmuş sürüden..
Kimi hırslanıp düşmüş ovaya..

Kimi kıskanıp batmış göle..
Önce Bülbül geri dönmüş 
güle olan aşkını hatırlayıp,
Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış),
Kartal 
yükseklerdeki krallığını bırakamamış,
Baykuş yıkıntılarını özlemiş,
Balıkçıl kuşu bataklığını,
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.
Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi
Şaşkınlık ve sonuncusu Yedinci Vadi Yok oluşta kuşların çoğu umutlarını yitirmiş..

Yedi katlı vadinin son katında kuşların aradığı kuş yokmuş kızım. Kendilerini kurtaracağına inandıkları kuş, sadece bir inançmış. Kuşlardan 7. Vadiyi gören, kanatlarını kocaman açmış, haykırırcasına bağırmış. Öyle bağırmış ki tüm dünya duymuş çığlığını. Kanatları öyle açılmış ki güneşi kapatmaya yetmiş. Bir an tüm dünya karanlıkta kalmış. Kuş o an anlamış. Yarattıkları, inandıkları kendilerinden başkası değilmiş. Tüm zorluklara rağmen bir kuşa inanıp, 7 vadi geçip hepsinin üstünden gelmişler, hala dimdiklermiş, kanatları güneşi kapatacak kadar, sesleri dünyaya kendilerini duyuracak kadar güçlüymüş. İnandıkları için savaşacak ve kazanacak kadar güçlülermiş, peki neden bunca zaman kendilerine inanmamışlar. Çünkü inanç dokunulabilecek, hissedilebilecek kadar gerçek olduğunda, gerçekliğini yitirirmiş.

Kuşlar istediklerine ulaştıktan sonra güneşe doğru uçmaya karar vermişler. Öyle uzun uçmuşlar, öyle hızlı uçmuşlar ki kanatları alev almaya, acıdan uzaklaşmaya bile başlamışlar. En sonunda içlerindeki alevi keşfedip, güneşin bir parçası olmuşlar. Ne onlardan beklendiği gibi uysal, ne de ağacın en tepesinde zarafetle sessiz kalmışlar. Onlar alevden kanatlarını açıp, istedikleri zaman çığlık atmışlar. Bazılarına yol göstermişler, bazılarına destek olmuşlar. İstemedikleri hiç bir şeyi yapmamışlar, yanlış olan hiç bir şeyi istememişler. Olduğunu sandığımız değil, kendini var eden bu kuşlara, bazıları Anka kuşu bazıları Phoenix demiş. Bu kuşların hepsi küllerinden doğmuşlar, daha önceden inandıklarından vazgeçip, güçlerini bulup, özgür olmuşlar. Kızım... Bugün sen küllerinden doğmuş da olabilirsin. Doğman için zaman da olabilir. Sen bugün üstündeki yükün büyük bir bölümünü kenara attın. Alevden kanatlarını açman için geçmen gereken bir vadiden geçtin. Daha önünde uzun bir yol var. Sence yüklerini bir kenara atmana üzülmeli miyiz yoksa sevinmeli mi?




Nefes alıyor muydum hatırlamıyorum. Yine masallardan kapısını açmıştı bana. Beni bir kuşa çevirmiş uçmam için yüklerimden kurtulduğumu söylemişti. Ben bitti dediğim anda, o bana daha yeni başlıyoruz demişti. 
O an fark ettim. 
Ellimdeki bandajın altındaki yarayı hissetmiyordum. 

6 yorum:

  1. Harika, bir solukta okudum ...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederiiimm... :))
      Öyle uzun zaman oldu ki yazmayalı..

      Sil
  2. Ve insan birçok kez yaşar. Anka kuşu gibi küllerinden doğarak.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlkinden daha güzel hem de.. Ya da öyle görür di mi?
      Hayatımda bir masalcı olsa. Yaşı küçük büyük.
      Arada gözlüklerini taksa. Güzel masallar anlatsa.. Ben de onlardan ders çıkarsam.
      Biraz masallarla öğrensek dimi..
      Keşke..

      Sil
    2. Daha güçlü, daha çok kendine güvenen kişi çıkıyor ortaya. Ne güzel olurdu! Bazen hayatımızın değerini, gücümüzü unutuyoruz. Küçücük bir şeyde pes ediyoruz

      Sil
    3. Aynen.. Aslında belki de pes edermiş gibi yapıp ilgi bekliyoruz ;))

      Sil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...