28 Temmuz 2012 Cumartesi

What the f*ck?!?





Bu aralar ne yapmak, olmak istediysem tersi gibi davrandığımı fark ettim. Gülmek mi istiyorum, suratım ekşi muz yemiş maymun gibi buluyorum kendimi. Sevmek mi istiyorum, trip atıyorum, umursamıyor gibi davranıyorum! 26 yaşında ergenliğe giriyor gibi hissediyorum ordakiii!! Kimsen artık! Ben kimim dendiğinde ne kadar bende olmayan özellikler varsa bir an toplanıp ahan da buyum diyor karşımdakine. Buyum dediği insan da genelde "ay napıosun şekerim, tatlım, akşam çaldır ,konuşalım msj at" fln diyen insan tipinde oluyor. Kİiii ben o değiliiinmmm!!! Oysa normalde söylemek istediğim, "yoğunum, ilgilenmiyorum! Bi az uzak dur" oluyor. 

İlk kez bu kadar kişisel yazıyorum. Hoş bunun için 10 post beklemiş olmam demek benim yeni bir zaferim demek. Sır sakla be kızım, biraz yüzünden okunmasın, kimse bilmesin dimi? Yok, o da yok.. Biraz efendi ol, az konuş, az gül, az şaka yap, sınırların olsun insanlarla.. Yok, o da yok.. Genelde umursamaz tavırlarda sürekli geyik hallerde, aynada görsem "tüüü rezil" dicek hareketlerde buluyorum kendimi. Son zamanlarda sevdiklerimi de kırıyorum galiba. Biraz düşün öyle konuş diyorum, düşününce kızıyorum, düşünüp konuşunca daha çok saçmalıyorum. Nefes al diyorum, onda da sonuç anca ciğerlere çekilen sigara oluyor ki onu da geçenlerde bırakıp sevinçten tekrar başladık. Evet aşık arkadaşımın hayat sevincini paylaşıyorum sigaralarla J İşte bu da mantıklı bir hareket.. 

Genelde "çok mantıklısın sen, hep kafan değil, biraz kalbin çalışsın" denilen ben olur olmaz tepkiler veren biri oluverdim. (Hiç değildim de ondan garipsiyorum şu sıralar ;)) Genel olarak plan yok, düzen yok. Belki de çok düzen var da için de plan yok. Benim ne kadar kafam karışıksa sizinkini de karıştırdım inşallah. "Ne diyo be bu?" dediğiniz an bu post amacına ulaştı demektir. Çünkü artık siz de benimle aynı soruyu soruyorsunuz. Oh be yalnız değilim ;)  

Ve iyi geceler diliyorum. Bu arada kime diliyorum onu bile bilmiyorum. Sanırım sadece kendime diyorum. İyi geceler gram dengesini de sıcakla buharlaştıran ben, yarın birine bir şey söylerken lütfen iki saniye düşün. Ya da yok yok sen onu yapamazsın. Sen bu aralar evden çıkma. İşe de gitme. Dik biç. Bişeyler yap. Çok da uykusuz kalma. Yarın cumartesi diye şu saatte de sevinç çığlıkları atma. Hadi görelim seni.


27 Temmuz 2012 Cuma

Sivri topuklarım, benim canım cinayet aletlerim


Bu mükemmel iş gününde sıkılmayanlar, sinirlenmeyenler, ellerini kaldırsın ve lütfen sağ en üstteki x işaretini tıklayıp bu sayfayı kapatsın. Bu yazım, biz çıplak el yumruk atmak isteyenlere geliyor! Biraz kırıcı olucam onu da şimdiden söyleyeyim.. ;)

Bir bedende 5 ruh yaşayan bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki en çok yorulan bir elinde çantası bir elinde blackberry’si koşturmaya çalışan ruhum. Her akşam eve gidip 3 iş görüşmesi, bitmeyen bb yazışmaları ve mail döktürmeleri arasında diğer 4 ruhun bana alık alık bakması kadar içimi yakan bir şey yok sanırım bu aralar. Zaman yetmiyor diyorum onlara.. Oysa büyük bir yalan bu. Ben onları zaman yettirecek kadar, diğerine de “az bi dur arkadaş” diyecek kadar sahip çıkmadım sanırım. Şimdi duruunn diyorum da işe yarıyor mu? Şımarttık bir kez kurumsal ruhumu. Anlayacağınız ben ne dersem diyeyim kontrol onda bir süre sonra.

O ruhum sürekli gergin, sürekli haksızzzlııık diye bağırıp çağırmakta. Neden mi? Öncelikle adalete pek takık, fuzuli artisliklere el tersiyle yapıştırmadan rahat edemiyor, bir de salla deme kabiliyeti yok. İlla uğraşacak. Tabii küçükken izlenen kahramanların tüm etkileri bu ruhta. Haksızlık mı var, etek ceket yırtılıp alttan pelerin ve kırmızı cool bir kıyafet çıkacakmışcasına uçabiliyorum. Tabi gerçek hayatta pelerin dediğim aslında darmadağın ettiğim, oradan buradan sarkan saçlarım, kırmızı dediğim de sinirden renk değiştiren yanaklarım oluyor. Ne kahraman dimi? “Sakin ol ey iş kadını” diyorum içime de etrafta işine gelmediğinde “hallederiz yeaa” diye ağzını yamulta yumulta konuşan insanlar sayesinde zor oluyor bu.. Oysa yapılan işin prosesi bir kez doğru yapılsa, bir daha aynı şeyi 50 kez yaşamak zorunda bile kalmayız. Gelelim kısaca vermek istediğim mesaja. Aziz Nesinin sözleriyle hem de.. ;)




Deriiinn nefesss.. İşe devam. 

26 Temmuz 2012 Perşembe

Saçmalamadanuyumam

Çok yoruldum bugün. Daha doğrusu önce itina ile ruhumu, sonrada vücudumu yordum. Bana tembel teneke diyen eğitmenlerin olduğu bir spor salonundan sonra şu saate kadar bayılmamış olmam bile mucize aslında.. Neyse bu tip saçma sapan postlarım kısa zaman sonra dizi halindeki postlarla telafi edilecek. 
Söz..

Biraz huzur şimdi.. 

İyi geceler.. 


24 Temmuz 2012 Salı

Beni büyüten süper kahramanlar


Çocukluğumdan beri süper kahramanlara olan garip saplantımdan bahsetmiş miydim? Evet o taytlı adamları ya da erkek gibi yumruk atan kadınları sokaktaki kravatlı insanlardan daha çok ciddiye aldığımı, dizi, film ne olursa olsun içinde kahraman varsa 50 kez izlediğimden bahsetmedim sanırım. Geçenlerde 11 saatlik uzun bir uçuşta iki Iron man, bir Thor, bir Captain America ve bir de Batman izleyip bir de üstüne bu aralar sürekli kahramanlarımdan bahsedince ben ne zamandır her kız gibi aman romantik olsun benim olsun demeyip taytlı adamların insanları korumalarını izliyorum diye sormuştum kendi kendime (şu aralar en çok kendimle muhataptım da ;)) ve hatırlayamamıştım.. Biraz önce internette dolanırken koyu yeşil, dar kot giyen bir kadın gördüm. Ve kıkırdayarak yazmaya karar verdim..

Benim ilk kahramanım Robin Hood’du. Onunla nerden geldiğini hatırlamadığım bir kaset sayesinde tanışmıştık. Ne zaman abimle canımız sıkılsa anneme yalvar yakar açtırırdık kaseti. Ön müzikte iki popo sallar sonra tv’nin dibinde ilk kez izliyormuşuz gibi Robin Hood’un yardımlarını izlerdik. Bahsettiğimiz çizgi film öyle bir zamandan kalmaydı ki Robin’in oku gösterdiği sahne ve okun bir yere saplandığı sahne arasında bağ bile yoktu. Ama olsun. Çizgi film kahramanım Robin’im insanları kurtarıyordu. Bunun için 3D teknolojisine de gerek yoktu..

Robin’in insanları kurtarışı benim gözümde onu doğa dışı yapmıştı bile. Ok atıyor,  kalelere giriyor, bir yumrukla 5 adam deviriyordu. Tamam o zamanlar bunu Cüneyt Arkın’da yapıyordu ama çizgi filmden beter oynadığı için gönlümün tacını ben Robin’e vermeyi tercih etmiştim. İyi ki de öyle yapmışım..

Etrafta görmediğim şeylerin ilgimi çekmesi böyle başladı sanırım. Ama asıl dönüm noktam ilkokulda show tv’de yayınlanan bir diziydi. Çocuklar için doğaüstü olayların anlatıldığı saçma sapan bir diziydi. Zaten garip rüyalar görüp abisinin yanına geceleri sokulup onu da kendisini de (güya tabi)  korumaya çalışan bir çocuktum. Üstüne bir de bu diziyle doğaüstü bir dünya karşıma sunulmuştu. Ben bu dünyadan ne kadar korksam da, geceleri abimin yanına gidişlerim sıklaşsa da, merakla açıyordum kapılarını her seferinde. Dizilerde gördüğüm kahramanlar gibi rüyalarımda kötülerle savaşıp onları her seferinde yeniyordum. Sonradan Buffy the Vampire Slayer başladı. Dizi haftalık mıydı yoksa günlük mü hatırlamıyorum. Tek hatırladığım yayın saatinden önce kalbimin durcak gibi oluşuydu. Hayatıma yeni canavarlar geliyordu ve ben onlardan korksam da onları yeneceğimi biliyordum. Bazen bölümler hüsranla sona eriyordu ama bir sonraki bölüme inancım hep devam ediyordu. Sonra Buffy sapıtıp Spencer diye bir vampire aşık olup gözümden düştü tabii, ama beni etkileyecek kadar izlemiştim diziyi.. Artık çok geçti.. 

Bu furya böyle devam etti.. Vampirler, Cadılar, Büyücüler, genetiği değiştirilmiş insanlar, başka alemlerden dünyamıza gönderilmişler, mitolojik tanrılar… Hepsinin teması aynıydı aslında. Biz farkında değildik ama bizi koruyorlardı. Hem de hayatları pahasına. Düşündüğümde o günlerden bu günlere hiç değişmemişim. Hayata karşı duruşum değişmiş belki ama inancım hala aynı.. .Farkında olmadığımız bir süper kahramanın olduğuna, bizi koruduğuna inanmak… Ne kadar güzel.. Ne kadar huzur verici aslında.


Ve sizin gözünüzde onlar..

Aslında beni büyüten kahramanlar..  








23 Temmuz 2012 Pazartesi

Pazar Pazar, Pazartesi uyarısı


Sanırım yazı işinde biraz daha depolu gitmeliyim.. Gün dışarda geçiyorsa yazacak resim çekecek zaman olmuyor (yani genelde;)) Tamam, işin aslı, haydi yazıyorum dediğim anda kaçan bir yaratıcılığa sahip olmam. O bile kafasına göre ortaya çıkarken benden denge bekleyen insanların oluşu.. Nasıl desem. Pek ümitli ;)

Neyse gelelim asıl konumuza. Yarın yeni haftaya başlıyoruzz.. (Çığlık ve alkışları duyabiliyorum;)). Yeni haftalarımızın en sevdiğim günü olan Pazartesileri aslında elime boks eldiveni takıp, erkeklere has o göğüs atma hareketi ile ona buna sataşıp, kaşınmak için mükemmel bir gün. Allah'tan açık görüşlü ve "Yazıklar Olsun" pankartıma bile gülerek karşılık veren, arada rap, çoğu zaman arabesk (ekonomik krizler sağolsun) takılan insanlarla çalışıyorum da ben onlara, onlar da bana normal geliyor. Diğer türlüsüne Allah sabır versin.. 

Neyse yarının, yok yok yeni haftanın, hepimiz için güzel, eğlenceli vebaşarılı hikayelerle dolu olmasını, biraz da hızlı geçmesini diliyor, yarın sabah nasıl olucağımı çok iyi bildiğimden  uyarımı şimdiden yapıyorum..




İyi haftalar! 

22 Temmuz 2012 Pazar

Bol taşlı kolye yapımı (DIY)

Yeni başladık bloğumuza öyle hemen cumartesi izni almak olmaz.. Evde tek başıma bugün Shila'lık yapıp odalardaki eşyaların yerlerini değiştirmiş olsam da yılmadım ve tüm hafta amaçladığım gibi ilk DYI projemi hazırladım.. Daha neler paylaşıcam.. Yeni yeni ısınıyoruz ;)

Öncelikle ihtiyaçlarımız..   




Bunları her incik boncukçuda bulabilirsiniz. Hepsi de çok makul fiyatlara. 
Hadi kollar sıyrılsın! Başlıyoruz...




Bol bol boncuk ve çiviniz olmalı. En az 100 tanesiyle yapılıyor bu kolye. Gözünüz korkmasın. Bir başladığınız da çekirdek gibi nasıl bittiğini anlamayacaksınız;)



En kolay kısmına geldik. Yaptıklarınızı tercihinize göre ister ip ister zincire dizin. Sonrada istediğiniz uzunlukta ayarlayıp kolyenize klips takabilirsiniz. 




En az 100 tane dizmeniz gerekiyor unutmayın. Siz sadece dizin boncuklar yan yana geldikçe kolye kendini göstermeye başlayacaktır. 

Sonuç mu? İşte burda.. ;) 





Herkese güzel, huzurlu, eğlenceli ve bol dinlenmeli haftasonlarııı... :)

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Giriş...


“Her yazının giriş, gelişme, sonuç bölümleri vardır arkadaşlaaar” diye kendini paralayan edebiyat hocamın hallerini dün gibi hatırlıyorum. Bize önceleri zorla yazdırdığını düşündüğümüz, üfleye püfleye başladığımız hikâyelere yön vermemize öyle bir yardımcı olurdu ki bir anda hikâye gerçekten canlanır kendini sona bile hazırlardı. Şu an benim hikayemin girişindeyiz ve ne anlatacağım hakkında gram fikrimin olmaması sanırım beni en çok cezbeden şey..

Bloğun amacından yola çıkarsak öncelikle kendimi anlatmalıyım değil mi?

Kısaca bahsetmem gerekirse…

Ben…

İş kadını olup topuklu Prada’ları ve Chanel çantası ile toplantıdan toplantıya koşma yolunun %10’unu tamamladığına inanan,

Hiçbir kıyafeti “Aaa ne güzelmiş” diye değil, “aa ne güzel olur keser biçerim” diyip alan, kesip biçen ama sonuçlarının her zaman beklediği gibi olmayan dikiş makinası sürekli arıza çıkaran bir terzi

5dk’da lavaş pizza şefi, mis kokulu kek ustası, son zamanlarda da ünlü Sangria üstadı,

kolye molye, ev eşyası yaratıcısı,

hep gitme arzusuyla yanıp tutuşan, ama gitme düşüncesinin kalp krizi kadar korku uyandırdığı,

yıllarca “Pilates for Dummies” videosuyla formunu koruyan, 8 yıl ha gittim ha  gidicem dediği spor salonuna sonunda adım atan, yürüdükçe açılan, yakınlaşan,

kendi içindeki 10 çeşit insanın 9’uyla anlaşamayan, aslını bulmaya çabalayan, herkesi kabul ettiğini sanan ama aslında herkesi değiştirmeye çalışan,

kocaman vicdanı yüzünden güzel güzel acı bile çektiremeyen, bir yerde değil her yerde her şeyde olana inanan ve sadece ona güvenen,

arada sırada çok konuşan, (tamam tamam genelde pek ağzını tutamayan, sanırım parmaklarımı da tutamıcam kendimi anlatıyım derken destan yazdım :s)

aklına estiğini yapan, esen iki şeyse saatlerce, günlerce karar veremeyen,

birini bir gün çok sevip ikinci gün ağzının ortasına patlatmamak için ellerini sıkan,

çokça bohem, “lanet olsun kapitalizm” sözünün ardından üstü açık arabanın kapısının açılmasıyla birazcık tolerans gösterebilen,

küçükken ölenlerin ruhlarının denize gittiklerine inanan, onlara evinin balkonundan el sallayan, cenneti denizin altı sanan, ruhunun yalnızca dalga seslerinde dinlendiğine inanan, büyüdükçe denize aşık olan, onsuz yaşayamayan,

karavanı belki de hiç olmayacağı için karavan gibi ihtiyacı olan her şeyi yükleyip uzaklaşabileceği bir yerde birazcık hayal kurmak isteyen biri…

Sanırım bu benim.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...