8 Kasım 2012 Perşembe

O, Ayşe

"Yeter Ahmet!”

Resmen dışarıdan izliyordum kendimi. Yine sesimi yükseltiyorum, yine çırpınıyorum, son gücümle gözlerimin dolmasını engelliyorum. Sonuç. Yine karşımda. Duymuyor. Yok yok duyuyor da anlamıyor diyordum. Yine onu korurcasına anlayamaz ki elinde değil diyorum.

"… ne demek bu Ahmet! Nerdesin sen şimdi bu hikâyede? Benim için neyi yaptın? Hiç.. Değil mi? İşte senin de itiraf edemediğin şey bu. İçindeki "hiç".. O yüzden bu kadar rahatsın. O yüzden bu kadar umursamazsın. Senden tek istediğim huzur vermendi! Hem o söz verdiğin dost, hem de sarılmak istediğim sevgili olmandı! Anlamıyorsun değil mi? Çok zor bu senin için.. Gitmiyorsun ya, bari beni bırak!" Sanki ben konuşmuyordum ama konuşmaya çalışırken titreyen sesin ben olduğuna da emindim. Çırpınırken izlediğim de bendim. Dışarıdan kendimi izlerken, sanki o da benim gibi kendinde değildi. Dışarıdaydı. Olmak istediği yerde.. Yanımda değildi.

Nasıl yaptığımı bile hatırlamıyorum, elime montumu, ayakkabılarımı alıp, kapıyı çarptım. Hızla kapanan kapı bir an beni sıçratınca elimden ayakkabımın biri fırlayıvermişti. "Hay ben.. Umurumda değil, yalın ayak bu semti başından sonuna kadar koşarım yeter ki uzaklaşıyım bu evden" diye düşündüm. Sonunda yalpalayarak da olsa ayakkabılarım ayağımda apartman kapısındaydım. Apartmandan çıktığımda bu sefer de bağcıklarımın birine basıp sendeledim. Eğildim. Bir yandan ceketimi fırlatırcasına kucağıma aldım, başladım bağcıklarımı bağlamaya.. Ellerim öyle titriyorlardı ki. Bir iki düğüm atma denemesinden sonra içine soktum bağcıklarımı ayakkabılarımın. Soğumuştu hava. Yazın o kadar soğumasını istediğim hava soğumuştu. Kolumu hemen soktum montuma. Hızlı hızlı uzaklaşmaya başlıyorum sokaktan, o apartmandan, o evden, camdan ve en önemlisi ondan.. Sonra.. Bakışlarını tam üstümde hissediyorum. Yürüyemiyorum. Camı açıp dur dese diyorum.. Düşünmeden cama bakıyorum.. Dalgalanan perdeyi görüyorum. Aniden arkasına çekilen gölge hala orda.. Git diyor bana. "Git, sakın durma.."

Sen demesen de giderdim ki ben der gibi, çocuk gibi uzaklaşıyorum apartmandan. Sonra kendi kendime başlıyorum dertleşmeye.. O demese de gitmeyecek miydim? Bir gün sabah kalktığımda yanında uyandığımda aslında olmak istediğim yerde değilim demeyecek miydim? Onun her hareketinde kusur bulmayacak mıydım? Hem o benim gibi de değildi ki. Hayatı öylesine akıp gidiyordu. Amaçları, hırsları var mıydı? O bunu seçmişti. Hayatın geçmesini. Ben yaşamayı tercih etmiştim. Onu değil, hayatımı! Sahi ne zaman bırakmıştım hayatımı yaşamayı?

Uzun uzun attığım adımlardan sonra sokağı döndüğümde bir an adımlarımın kısaldığını, içimin acıdığını fark ettim. Bir anda dünyadan tüm oksijeni çekmişlerdi. Nefes alamıyordum. “Yanlış yaptım! Çok üstüne gittim! Kendi hayallerim yüzünden bu duruma geldi her şey!” Nefes almaya çalışırken hızlı hızlı yürüdüğüm yola dönmüştüm..

O anları bilir misiniz? Dünyanın sustuğu, sadece nefesinizin sesini duyduğunuz o anları.. Zamanın olmadığı. Sizi silkelemeden belki de ömür boyu öylece kalabileceğiniz o anı bilir misiniz? Ordaydım işte. Taa ki o korna çalınıp, “abla bi çekil yolun ortasından” diyen adamın sesi beni uyandırana kadar. Bir an duyduğum o sesten irkilip kenara çekildim. Ya o adam “çekilsene yolumdan” demeseydi? Belki de hızla yürüdüğüm o yolu koşarak geçer kapısını yumruklar, kal bile demediği o evde ona sarılmak için elimden geleni yapardım..  Şimdi düşünüyorum da gerçekten yapardım…

Ellerim ceplerimde hafif hafif yağan yağmurda insanlardan kaçarcasına yürümeme rağmen kollarım yine onlara çarpıyor, yine şemsiyeler saçlarımı sıyırıyordu. Yağmur içimdeki ateşi almaya çalışır gibi yavaş yavaş ıslatıyordu beni… Yetmeyeceğini anlayınca daha da hızlandı, uzun zaman sonra ilk kez yanıyordu içim bu kadar. Sırılsıklam olmuştum. Yağmurdan nereye gittiğimi görememeye başladığımda sığınmak için bir kafenin kapısına ilerledim. Kapının camında kendimi gördüğümü hatırlıyorum. Kafasını saklarcasına gömmüş, saçları dağınık, ayakkabısının dili dışarıda bağcıları çıkmak üzere.. Ben kendimi güçlü hissetmeye o kadar alışmışken gördüğüm görüntü ve halime bak der gibi ellerimin açılması.. Neden ya da nasıl hatırlamıyorum ama gülümsemiştim halime. Al sana atıp tuttuğun güçlü kadın diyip görüntüme doğru ilerleyip elini tutmuştum o halimin.

Kapıyı açıp girdiğimde içerde çok müşteri yoktu. Benim gibi sırılsıklam insanları izlemek için birebirdi cam kenarı boştu. Hemen üstümdekileri çıkarıp, sırtımı kafeye dönüp, yerimi almıştım. Zaten bakışları üstümde olan garsona Çay demiştim sessizce, sonra "hayır çay değil, sütlü nescafe lütfen" demiştim birazcık fazla çıkan sesimle.

Şimdi aynı yerde.. Aynı sandalyede.

Bana burayı tarif ettiğinde adına hiç bakmadan o yağmurlu günde girdiğim kafe olduğunu fark etmemiştim. Kapının önünde dururken aynı yerde olduğuma inanamadım. Hele ki o gün oturduğum masanın beni bekler gibi boş olması..

Üç aydan fazla geçmişti o evden çıkalı… Üç aydan fazla olmuştu Ahmet’i görmeyeli. Arada sırada aklıma geldikçe msj atıp içimden gelenleri rahatlamak için bir bir sıralıyordum. Cevap gelmiyordu tabii ki. Gelmeyince bir sitem daha… “Sonra seni kırmak istemiyorum..” diye  başlayan bir mesaj.. Zaten yeterince kırılmamış mıydık? O günlerde herkesin yapma etme dediği şeyleri yapmaktan hiç pişman olmadım. Onun geri gelmeyeceğine, aslında “o”nun benim zannettiğim insan olmadığını bilmeme rağmen nedense ne zaman aklıma gelse, başkalarına göre kendini küçük düşürme olsa da hiç çekinmeden aldım elime telefonumu, korkmadan bastım tuşlara. Ne bekliyorsun diyen de oluyordu? Ne bekleyecektim ki? Benim bu halimin onu her gün benden daha da uzaklaştırdığının da farkındaydım. Profesyonel ilişki uzmanları tarafından yüzyıllardır uygulanan stratejilere göre ölsen bitsen de özleminden, belli etmemek gerekirmiş. Soranlara “Ahmet mi? Hı? Kim?” diyip, her gece onun resimleriyle uyuyabilirmişsin.

Ben yapamadım. Dayanamadım. Kızgındım sanırım. Gitmeme izin verdiği için. Beni sevmediği için.. Çıkan onca kavgadan sonra sessiz sessiz çığlık atarcasına fısıldamama göz yumduğu için. Ama en önemlisi “O” olmadığı için onu affedemiyordum. Artık öyle bir yerdeydim ki uzaklaşmasından korkum da kalmamıştı. Zaten bana sarıldığı o ilk günlerde bile uzaktı. Sadece birini istemişti yanında. İlk kez elimi tuttuğu gece yüzümü ellerinin arasına alıp, "sen farkında değilsin ama ben seni o kadar çok özlemişim ki" demişti.. Beni özlemişti. Beni? Tabi ki beni özlememişti ve ben o andan sonraki her cümlesinde aslında özlediğinin birini sevmek olduğunun bilincindeydim. Benim de özlediğim oydu belki. Onda bulabileceğime inandığım oydu belki. Ben onu istediğimi söylediğim her an belki de onun siluetini kullanarak kafamda kurduğum adamı istemiş olabilirdim. O beni özlememiş, ben ona msj atmamış olabilirdim.. İkimizin de hıncı aradığımız sevgiyi bulamamaktan çıkmış olabilirdi…

Aylar sonra, son gücümle kendimi attığım kafenin camından dışarı bakarken bunları bu kadar net görebildiğime inanamıyorum. Peki ya aynı camda gördüğüm görüntüme ne demeli.. O perişan darmadağın kızdan eser yok. Saçlarımı kenara atmışım bunları düşünürken. Yine yüzüm tek avucumda. Hatırladığım onca şey biraz hüzünlendirmiş sanki gözlerimi ama yine de o muzur bakışla parlıyorlar. Dudaklarımda yarım bir gülümseme, hem de vişne renginde... Kendi görüntüme gülümserken, onun bana baktığını fark ettim. Birden camdaki görüntüm ayaklandı, kapıdan hızlı hızlı giren adama sarıldı. Elindeki papatyaların bazıları ben sarılınca saçlarıma takıldı. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, saçımı temizlemeye çalışırken onu izlemek… “Jest olsun diye çiçekleri baştan aşağı dökenleri duymuştum ama saçın içine içine sokmak... Çok romantik..” diyip dil çıkardım. Önce gözlerini kısıp kötü kötü bakıp, sonra muzur muzur gülümseyip, “aslında saksı çiçeği almayı düşünmüştüm” demişti yüzümün hemen yanında gülümseyen adam…

Bu sefer farklı olabilirdi.

Ya da onu öldürebilirdim.

;)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...